What's new

Why is Germany hostile against Türkiye but tolerant against underdeveloped and dictatoric states ?

Is Germany hostile against Türkiye


  • Total voters
    38
  • Poll closed .
@Bismarck Bro. Can you publish a link of the intended weapons Embargo against Türkiye;
which Green and LINKE want ?

Germany withdaws PATRIOTs from Türkiye

German army to withdraw Patriot missiles from Turkey border | News | DW.COM | 15.08.2015

Grüne and Linke want Weapon Embargo against Türkiye, Chinese will be very happy

Germany does this as a sign against warfare against PKK, SPD spokesman said.

Germany wants to send TORNADO - RECCE to Incirlik for IS - WAR .

What are they thinking ? Türkiye an occupied Country ?
 
.
3mio Turks live here and you have no voice and no significant influence. It seems you make something wrong.

Quite a few of that 3 million aren't Turks. An educated guess? About 25%.

@Bismarck Bro. Can you publish a link of the intended weapons Embargo against Türkiye;
which Green and LINKE want ?

Germany withdaws PATRIOTs from Türkiye

German army to withdraw Patriot missiles from Turkey border | News | DW.COM | 15.08.2015

Grüne and Linke want Weapon Embargo against Türkiye, Chinese will be very happy

Germany does this as a sign against warfare against PKK, SPD spokesman said.

Germany wants to send TORNADO - RECCE to Incirlik for IS - WAR .

What are they thinking ? Türkiye an occupied Country ?

Turkey needs to go EAST. Trade West, security EAST. SCO. AIIB. Silk Road. Russian and Chinese arms. Do you have ANY idea how big of a blow that would be to anti-Turkish, imperialst western powers? The way I see it: they keep Turkey in nato, keep dangling that fake EU carrot in front of turkey's eyes, and meanwhile work day and night to split turkey and arm it's enemies. FUC K THAT.
 
. . .
@meral

Konflikte: CDU-Außenpolitiker will deutsche Tornados gegen den IS

Germany's new TRAP against TÜRKIYE ; withdrawing PATRIOTS but sending RECONAISSANCE TORNADOS .

THEY think they are clever and will use them as PROPAGANDA against Turkish PKK FIGHT !

ein-tornado-der-luftwaffe-in-jagel-.jpg
 
. . . .
@GIANTsasquatch Bro.1871 Germany was united.
In Vienna (Austria) Merzifonlu Kara Mustafa Pasa was executed cause he was so sure to win, that he drew back his front Scout troops and Polish commander Sobietzcy killed the whole Ottoman Army asleep, most died in Dunav fleeing in Panic.
Up to now Austrians don't Claim to be German.
Germans are a multiethnic state , less German but many Polish (PRUSYA), Slav, Dutch, Dansk, French and others ...!
 
. .
"tolerant against underdeveloped and dictatoric states ?"

probably because they get to sell their firearms to those states
 
.
It's too Long to Translate. IN MEMORIAM assasinated designated MIT CHIEF

TÜRKİYE' DEKİ ALMAN VAKIFLARI RAPORU I
Dr Necip Hablemitoğlu

Almanya'daki Türkleri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var mıdır? Kastedilen, Almanya'daki 2,5 milyon Türk vatandaşına karşılık Türkiye'de yaşayan -çoğu emekli- yaklaşık 100.000 Alman değildir: Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyon faaliyeti gerçekleştiren; toplumsal-siyasal-ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyeti sürdüren; yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde "etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, yasal derneklerden siyasal partilere uzanan çizgide Türkiye'ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyet' in tüm değerlerine karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan -deyim uygunsa- bir avuç Alman istihbaratçısıdır.

Türkiye'de istihbarat kuruluşları, Almanya'nın Türkiye içindeki "Beşinci Kol" faaliyetlerinin farkında mıdırlar? Elbette ki evet!.. Ne var ki, klasik bürokrat uzlaşmacılık anlayışı, "bu iş benim boyumu aşar" mantığı, siyasal baskılar, siyasal erke haklı güvensizlik, mevcut istihbarat kuruluşları arasında mevcut olumsuz rekabet ve koordinasyonsuzluk gibi nedenlerle önlem alınamamaktadır. Önlemden vazgeçtik, kamuoyu bilgilendirilememektedir. Bu acizlikte, hiç şüphesiz söz konusu istihbarat kuruluşlarımız içindeki şeriatçı ve de etnik görüntülü kadrolaşmaların payını da yadsımamak gerekmektedir 1.

Türkiye'deki Alman "Derin Devleti'nin" temsilcileri, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan "Bundesnachrichtendienst" (BND) mensubu olup, bir kısmı diplomatik dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyaset bilimci, çevre bilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermektedirler2. Bu araştırmanın konusunu, sadece Alman vakıfçıları oluşturmaktadır3. Alman istihbaratçılarının Türkiye'de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev yapmalarına, vakıflar mevzuatı olanak tanımamaktadır4. Buna rağmen, Türkiye'deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman istihbaratçıları, Türkiye'yi tanımakla işe başlayıp, kısa sürede hemen her alanda Türkiye'yi yönlendirecek aşamalara gelmişlerdir. Ama önce, emperyalizmin hedefi konumundaki ulus-devletlerde ve bu kapsamda Türkiye'de mevcut işbirlikçi NGO'lara yüklenen misyonların iyi anlaşılması gerekmektedir.

TÜRKİYE'DEKİ KÜRESELLEŞMECİ YA DA İŞBİRLİKÇİ NGO'LAR

Küreselleşme sürecinde, uluslararası sermayenin serbest dolaşımının önünde en büyük engel oluşturan ulus-devletlerin zayıflatılması ve mümkünse yıkılması doğrultusunda ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkeler ile AB, NGO'lara (Non-Governmental Organizations) yani hükûmet dışı sivil toplum örgütlerine aşağıdaki görev ve sorumlulukları öngörmektedirler: "Yerel kültürlerin yaşatılması kapsamında alt kültür kimliklerinin siyasallaştırılması ve etnik karşıtlıkların belirginleştirilmesi; misyoner faaliyetlerine karşı toplumsal reaksiyonu törpüleyecek sürecin başlatılması ve geliştirilmesi; dinsel özgürlükler kapsamında dinler arası diyalog ve hoşgörü sürecinin başlatılarak, tarikat-cemaat ve benzeri yapılanmalarla birlikte farklı hukukların yaşama geçirilmesi ile eğitim ve öğretim birliğine son veren girişimlerin desteklenmesi; hükümet politikalarını ve kamuoyunu önemli ölçüde yönlendirme gücüne sahip siyasal partilerin, meslek odalarının, medya kuruluşlarının, sendikaların, birliklerin, vakıfların, derneklerin, tarikat ve cemaatlerin ve de illegal örgütlerin, rejim ve devlet aleyhine -farklı siyasal kamplarda yer alsalar da- asgari müştereklerde buluşturulması ve kullanılması; demokratik kitle örgütlerinin süratle NGO'laştırılması ve "sivil itaatsizlik" çağrıları ile kitlelerde kamu düzeni-devlet otoritesi aleyhine başkaldırı refleksinin oluşturulması; "sivil denetim" stratejisi ile devlet kurum ve kuruluşlarının denetlenmesi ve hedeflenen gizli bilgilere doğrudan ulaşılması; bağlı NGO'ların baskı grubu olarak kullanılmasıyla hükümetlerin siyasal, toplumsal, kültürel, hukuksal ve de ekonomik politikalarının doğrudan ve dolaylı etkilenmesi; resmi ideoloji-sivil ideoloji ayrımı ile mevcut sistemden hoşnut olmayan, ezildiğine, sömürüldüğüne inanan kitlelerin toplumsal dayanışma bağlamında yönlendirilmesi ve resmi ideolojiyi temsil eden tüm kurum ve kuruluşlara, değerlere ve de resmi politikalara düşmanlaştırılması; yerel yönetimlerin ön plana çıkarılarak merkezi yönetimin giderek zayıflatılması; "global vatandaşlık" kavramı ile "etki ajanlığının" özdeşleştirilmesi, hedef ülkedeki etki ajanlığı potansiyelinin geliştirilip güçlendirilmesi vs. vs.".

Küreselleşmeci NGO'ları, ulusal düzeydeki demokratik kitle örgütlerinden ayıran en önemli kriterler ise şöyle belirlenmektedir: Küreselleşmeci NGO'lar, hiçbir şekilde hükümetten yani resmi makamlardan yardım almayacaklardır. Bu bağlayıcı özellik, onların devlet tarafından teslim alınmalarının ve de kullanılmalarının önüne geçecektir. Ancak, aynı NGO'ların dış ülkelerden yardım almalarında ve yönlendirilmelerinde-kullanılmalarında ise hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle, yasal demokratik kitle örgütleri (dernekler, vakıflar, meslek odaları ve birlikleri, sendikalar vd.) ne kadar ulusal görüntüye ve niteliğe sahiplerse, küreselleşmeci NGO'lar da o ölçüde ulusallık karşıtı-işbirlikçi (agent) görüntü ve niteliğe sahiptirler. Diğer taraftan, küreselleşmeci NGO'lar için, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, ülke ekonomisinin gelişmesi, üretimde ve işgücünde verimlilik, işçi-memur-köylü-öğrenci-esnaf-kadın hakları, sendikal mücadele, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği, bilimsel etkinlikler, sömürü, sömürgeler gibi konu ve kavramlar pratikte hiçbir anlam ve değer ifade etmemektedir. Buna karşılık, küreselleşmeci NGO'ların kayıtsız şartsız savundukları iki temel özgürlük vardır: Dinsel özgürlükler (mezhep, tarikat, cemaat ve hatta yasadışı radikal dinci yapılanmalar arasındaki farklılıkları derinleştirme, kışkırtma) ve de etnik parçalama-parçalanma özgürlüğü. Laik hukuk sisteminin çökmesiyle ya da alt kültür kimliklerinin siyasallaştırılmasıyla ortaya çıkacak iç savaş ve bu iç savaşta ortadan kalkacak olan başta yaşama hakkı olmak üzere yok olacak temel insan hak ve özgürlüklerinin hesabı hiç önemli değildir. Örneğin, Yugoslavya'nın parçalanma sürecinde yaşanan etnik temizlik operasyonlarında öldürülen, tecavüz edilen, işkence gören kadınların, çocukların envanterini çıkaran, haklarını arayan ve sorumluların gerçekten izini süren kaç küreselleşmeci NGO vardır globalleştiği söylenen dünyada? Keza, Irak, Çeçenistan, Kosova ve Afganistan gibi ülkelerdeki yansımaları izleyen ve kamuoyunu bilgilendiren, gerçekten takipçi küreselleşmeci NGO'lardan söz edebiliyor muyuz? Kuzey Irak deneyimi göstermiştir ki, "insani yardım" amaçlı yüzü aşkın NGO'nun neredeyse tamamı, ABD, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerin istihbarat servislerinin tamamlayıcı ve kamufle edici unsuru olarak görev üstlenmişler; bu servislere ajan peşmerge devşirmişlerdir5. Bu bağlamda bölgeye en ciddi insani yardım, NGO'lar arasında adı bile geçmeyen Türk "Kızılayı'ndan" gelmiştir. Bunca yaşananlar ortadayken, küreselleşmeci NGO'lar, eylem yerine, "insan hakları ve özgürlükleri" söylemlerini yeğlemektedirler. Kimlere karşı? Sadece kendi devletine ya da diğer ezilen devletlere karşı, tabii kendilerini yöneten-yönlendiren emperyalist devletin ya da devletlerin verdikleri izin ölçüsünde!..

Çelişkiler sadece bu kadar mı?!. Elbette ki hayır!.. Tıpkı, örgüt içi demokrasinin (seçimle işbaşına gelmek, kaydıhayat şartıyla yönetimde kalmamak, görev ve sorumlulukları paylaşmak, kişisel çıkar sağlamamak vb.) olmadığı yapılanmaların NGO kabul edilemeyeceğine ilişkin genel tanım ve tutuma rağmen, tarikat ve cemaatlerin bir nevi NGO olarak (Sivil Toplum Cemaatleri) tanınmaya zorlanması gibi. Küreselleşmeci NGO'lar, dinsel mürit-militanlığın ya da etnik faşizmin yol açacağı sorunları değerlendirmek yerine, "işkenceye hayır", "düşünceye özgürlük" gibi temelde tüm insanların katılacakları sloganları, sadece hedef hükümetleri köşeye sıkıştırma aracı olarak kullanmaktadırlar. Örnek mi?!. Türkiye başta olmak üzere tüm hedef ülkelerde, küreselleşmeci-işbirlikçi NGO'lar, haftalık-aylık ve yıllık insan hakları raporları hazırlayıp bunu kendi ülkesini küçük düşürecek, aşağılayacak, şikâyet edecek biçimde yayınlamaktadırlar. Bu raporların sunumu, yönetilip yönlendirildikleri ülkelerin dışişleri bakanlıklarınadır. Bu bağlamda, Türkiye'deki İnsan Hakları Derneği'nin ya da Mazlum-Der'in ya da Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın, ABD, Almanya ya da AB ülkelerindeki insan hakları ihlâllerine ilişkin rapor hazırlamaları kesinlikle söz konusu değildir. Daha açık ifadeyle, insan hakları ve özgürlüklerine ilişkin konular, küreselleşmeci NGO'larla kendilerini yöneten-yönlendiren, para aldıkları yabancı devletlerin "müdahale-baskı-şantaj" aracı olduğu için sürekli gündemde tutulmaktadır, yoksa samimi oldukları için değil.

Tüm bu fonksiyonları ile küreselleşmeci NGO'lar, kendilerini yöneten-yönlendiren ülke silahlı kuvvetlerinin, casuslarının yapamayacakları tüm alanlarda hizmet sunmaya, dolayısıyla da kendi devletine yönelik çok yönlü vatana ihanet suçunu -hem de alenen- işlemeye devam etmektedirler. Satın alınmanın adı, "proje bedeli" olmuştur. Buna karşılık, Türkiye dahil hedef ülkeler, küreselleşmeci NGO'lara karşı yasal önlemleri alamaz konuma getirilmişlerdir. Örneğin, ilgili devlet ya da hükûmet başkanlarının ve parlamenter heyetlerinin Türkiye'ye ziyaretlerinde, söz konusu küreselleşmeci NGO'ların yöneticileri ile görüşmeleri rutin kabul edilmekte ve gezi programının üst sıralarında yer almaktadır 6. Bu olgu, söz konusu NGO'lara bir nevi itibar kazandırmakta ve örtülü dokunulmazlık sağlamaktadır.

Dipnotlar:

Türk istihbarat birimleri arasında yıllardır var olduğu bilinen "Çerkezci", "Gürcücü", "Arnavutçu" vb. kadrolaşma hareketi, 12 Eylül 1980 sonrasında Fethullahçılar'ın ve Nakşibendiler'in de devreye girmesiyle daha da sakil bir çeşitlilik kazanmıştır. Son polis eyleminde atılan sloganlar, İstanbul Emniyet Müdürü ve Valisi arasında yaşanan gerginlikle ortaya çıkan belgeler, bu olgunun hâlâ var olduğunu ortaya koyan somut gelişmelerdir. Tipik ve güncel bir örnek olmak üzere bkz. Zübeyr Kındıra, Fethullah'ın Copları (İstanbul: Su Yayını, 2000). Türkiye'de yürütülen Alman ve ABD orijinli espiyonaj faaliyetlerinin üzerine gidilmemesi de, istihbarat birimlerindeki bu etnik ve dinsel zafiyetin bir sonucudur. Görünen acizliğin sorumluluk almama, inisiyatif kullanmama boyutu ayrı bir araştırma konusudur. Ayrıca ilgili diğer bilgiler için internet üzerinden bkz. http://www.neciphablemitoglu.cjb.net
Almanya'nın birbirleriyle koordinasyonlu biçimde faaliyet gösteren, genel emniyet hizmet sınıfından ayrı üç grupta kümelenen farklı istihbarat örgütleri bulunmaktadır: Başbakanlığa bağlı Federal İstihbarat Servisi (Bundesnachrichtendienst-BND); İçişleri Bakanlığı'na bağlı Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı (Bundesamt für Verfassungsschutz-BfV) ile 16 ayrı Anayasayı Koruma Eyalet Teşkilâtı (Landesamt für Verfassungsschutz-LfV) ve ayrıca Enformasyon Teknolojisi Güvenliği Federal Teşkilâtı (Bundesamt für Sicherheit in der Informationstechnik-BSI); Savunma Bakanlığı'na bağlı Federal Silâhlı Kuvvetler İstihbarat Teşkilâtı (Amt für Nachrichtenwesen der Bundeswehr-ANBw), Federal Silahlı Kuvvetler Radyo İzleme Teşkilâtı (Amt für Fernmeldwesen Bundeswehr-AFMBw), Askeri Güvenlik Servisi (Militaerischer Abschirmdienst-MAD). Federal Hükûmetçe yayınlanan 27.6.1973 tarihli İşbirliği Tüzüğü ile tüm bu örgütlerin işbirliği esasları belirlenmiş olup, bir de yetkili koordinatörlük tesis edilmiştir. Almanya'nın Federal İstihbarat Servisi olan BND (Bundesnachrichtendienst), doğrudan Başbakanlık'a bağlıdır ve Almanya dışı Espiyonaj, K/Espiyonaj faaliyetlerini yürütmekle yükümlüdür. BND, Almanya'nın dış ülkelerdeki güç ve imajı ile doğru orantılı kadroya, ekipmana ve bütçeye sahip prestijli bir istihbarat servisidir. II. Dünya Savaşı sonrasında C.I.A. tarafından yeniden yapılandırılan BND, özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya'ya karşı faaliyet gösterdiği "Soğuk Savaş" döneminde, 7.600 personele sahip, anti-komünist karakterde ancak Almanya'nın kısmen müttefik işgali altında bulunması nedeniyle bağımlı bir statüye sahiptir. A.B.D. tarafından Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyelerine yönelik espiyonaj-ajitasyon-propaganda amacıyla Alman topraklarında konuşlandırılan "Hür Avrupa Radyosu", "Özgürlük Radyosu", "Sovyetler Birliği'ni Öğrenme Enstitüsü" gibi kuruluşlar, BND için deneyim kazanılan "staj yeri" olarak önem taşımıştır. Bugün, çok iyi yetişmiş 6.300 kadrolu personele ve mükemmel ötesi teknolojik olanaklara sahip bulunmaktadır. 2000'li yıllarda personel sayısını 4.500'e çekmeyi planlayan BND'nin Almanya dışında 1500 kadrolu personeli mevcuttur. Personelinin yaklaşık 1/10'unu askeri istihbaratçılar oluşturmaktadır (askeri haber alma, izleme, ANBw-AFMBw ve MAD ile koordinasyonu sağlamak üzere). Toplam kadrolu personelinin yarısına yakın sözleşmeli personel de çalıştıran BND'nin merkezi Münih - Pullach'tadır. Batılı istihbarat servislerinin yanı sıra ve onlardan farklı olarak, İran, Irak, Libya ve Çin Halk Cumhuriyeti istihbarat servisleri ile de ikili istihbarat antlaşmalarına (eğitim ve bilgi değişimi dahil) taraf olarak büyük güç ve etkinlik kazanan BND, dünyanın hemen her tarafındaki istasyonlarından online olarak gelen durum raporlarını, değerlendirme ile birlikte, GÜNDE 2 KEZ, Başbakanlık, Dışişleri, İçişleri ve diğer ilgili departmanlara iletmekle yükümlüdür. BND, Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar, gerek bu ülkede ve gerekse Doğu Almanya'da, Romanya'da, Yugoslavya'da, Polonya'da, Türkiye'de ağırlıklı espiyonaj faaliyetleri gösterirken; Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra faaliyetlerini globalleştirmiştir. Ancak, bölgesel faaliyetlere de özel bir önem verilmiştir. Doğu Almanya'nın koparılması ve iki Almanya'nın birleştirilmesi; Slovenya'nın ve Hırvatistan'ın bağımsızlığını ilân etmesi; Arnavutluk, Bosna ve Kosova'daki gelişmeler, Türkiye'deki etnik ve dinsel ayrılıkların derinleştirilmesi, BND'nin rüştünü ispat ettiği bölgesel faaliyetler kapsamındadır. BND, ayrıca, Belçika sınırındaki Hoefen'de çok iyi kamufle edilmiş bir telekomünikasyon istasyonu çalıştırmaktadır. Ayrıca, telekomünikasyon istatistikleri için özel bir birim oluşturmuştur. BND'nin toplanan tüm verileri kaydettiği yüksek kapasiteli ve çok gelişmiş bir bilgisayar sistemi bulunmaktadır. BND, müttefiki olmasına rağmen, A.B.D'yi ve tüm Atlantik ötesini izleyen güçlü bir istasyonu, Schleswig-Holstein'in batı kıyısında tesis ile işletmektedir. Bu tesis, A.B.D'nin tüm dünyadaki telefon, faks, e-mail dahil elektronik haberleşmeyi ve elektronik arşiv belgelerini -hem de gizli belgelerin şifrelerini çözerek- izleyen ve bu doğrultuda sürekli kendini geliştiren "Echelon ağı"nı kullanan Ulusal Güvenlik Ajansı'na (NSA) muadil olarak inşa edilmiştir. İngiltere'nin AB ülkesi olmasına rağmen NSA'ya lojistik destek vermesinden rahatsız olan Almanya, benzeri bir istasyonun Fransa'da da kurulması için bu ülkeye telkinin yanı sıra, teknik yardımda da bulunmaktadır. Yine Schleswig-Holstein'deki Husom'da bir bilgi toplama merkezi ve arşivi yer almaktadır. Aynı şekilde, Alman diplomatların yanı sıra, Federal Hükûmet'ten maaş alarak yurt dışında görevlendirilen görevlilerin tümü, BND "hizmet içi akademisinde" gidecekleri ülke ile ilgili eğitime tabi tutulmaktadır. Ayrıca, Almanya'nın yurt dışındaki sefaretlerinde görev yapan genellikle 2., 3. ve 4. sekreterlerin; ataşelerin ve müsteşarların tamamının, hedef ülkelerde ise Büyükelçilerin de BND'nin kadrolu-bağlantılı elemanları arasından atanmasına dikkat edilmektedir. 1970'li yıllardan bu yana Türkiye'de görev yapan Alman Büyükelçileri'nin tamamının bağlantılı BND elemanı oldukları; Türkiye'de görev yapan Alman gazetecilerin ise doğrudan sözleşmeli BND elemanı oldukları kaydedilmektedir. BND, kuruluşu ve tüm kadrosu itibariyle ırkçı eski-yeni Nazilerden oluşmaktadır. Zamanın Almanya Başbakanı Konrad Adenauer'in, BND'nin başına, Hitler'in Doğu Cephesi İstihbarat Şefi General Reinhard Gehlen'i getirmesi ile başlayan ırkçı gelenek, bugün de ödünsüz sürdürülmektedir. Örneğin, en son atanan Almanya Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt, daha Türk Dışişleri Bakanı İsmail Cem'i ziyaret bile etmeden, -tabiri caizse- ayağının tozu ile, 21 Mart 2000'de, sözde Kürdistan Devleti'nin lideri Barzani'nin temsilcisi tarafından Ankara'da verilen skandal resepsiyona katılmıştır. Aynı diplomatik nezaketsizlik, hiç şüphesiz Rusya Federasyonu, A.B.D, İngiltere, İsveç dahil pek çok ülke için de söz konusudur. İstihbaratçı diplomatlara en tipik bir örnek olarak, görev süresi içinde HADEP yöneticileri ile sıkı ilişkileriyle dikkat çeken ve Şubat 2000'in son haftasında Türkiye'deki görevi sona eren Fransa'nın Ankara'daki Büyükelçisi Jean Claude Cosserand, doğrudan Fransa İstihbarat Örgütü Başkanlığı'na getirilmiştir. Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoglu, "Türkiye (M.İ.T) ve Almanya (B.N.D/BfV) Arasındaki Yüzyıllık Güç Kavgası", http://www.neciphablemitoglu.cjb.net/
Bu vakıflar arasında Konrad Adenauer Vakfı, Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Hans Seidel Vakfı özellikle dikkat çekenleridir. Ayrıca, Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman Kültür Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü de mutlaka izlenmesi gereken Alman merkezleri arasındadır. Alman "derin devletini" en iyi tanıyan Türk akademisyenlerinden Dr. Yavuz Dedegil, BND ve Alman vakıfları arasındaki organik ilişkiyi şu cümlelerle değerlendirmektedir: "Eyaletler ve özellikle federal düzeyde ise, kamuoyunu yönlendirme daha büyük boyutlardadır. Prof.Dr. Schmith-Eenboom, Undercover isimli kitabında, bütün Alman medyası ile devlet istihbarat teşkilâtı arasındaki geniş ilişkileri sıralamıştır. Alman İstihbarat Teşkilâtı (BND), medya içinde doğrudan elemanlara sahip olduğu gibi, 'Dpa' veya 'Reuter' gibi enternasyonal çalışan haber ajansları ile organik bağlar içindedir. İstihbarat teşkilâtı kendi içinde 'haber fabrikaları' kurmuştur ve istediği haberleri değiştirmekte veya kendisi üretmektedir. Bu meyanda Alman siyasi partilerinin 'kendi vakıflarının' da, birinci derecede federal yönetim tarafından finanse edildiği ve devletin 'sivil toplum örgütlerini' oluşturdukları da bilinmelidir". (Dr. Dedegil'in Ankara'da 16-17 Aralık 2000'de gerçekleştirilen "AB ve Türkiye Sempozyumu"na sunduğu "Almanya'da Kamuoyu Oluşumu ve Yabancılaşma" başlıklı tebliğden.)
Türkiye, Vakıflar mevzuatının kesinlikle izin vermemesine rağmen, gelmiş geçmiş hükûmetlerin siyasal irade ve kararlılık gösterememeleri nedeniyle, Alman vakıflarının espiyonaj ve ajitasyon faaliyetlerine göz yummak konumundadır. Aynı şekilde, Alman ya da ABD vakıf ya da resmi kurumları ile birebir parasal ilişki ve işbirliği içinde olan Türk dernek ve vakıflarının da yerine getirmeleri gereken zorunlu prosedürlere uymadıkları bilinmektedir. Siyasal irade ve kararlılık yokluğu, yabancı istihbaratçıları ve yerli işbirlikçilerini giderek pervasızlaştırmaktadır: Tam bağımsızlık kavramının içi boşaltılırken, ulusal egemenlik ilkesi ise, giderek Berlin'e veya Washington'a ya da Brüksel'e koşulsuz teslimiyet ilkesine dönüştürülmektedir. Yabancı vakıfların ve yerli işbirlikçileri küreselleşmeci NGO'ların yarattığı bu rahatsızlık, 8. Beş Yıllık Plan'da da ifadesini bulmuştur; ancak nedense gereği bir türlü yapılmamaktadır. Sorumlulardan eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, sadece bir tek girişimde bulunmuştur; o da yabancı istihbarat servisi elemanlarına ya da sahte NGO'larına değil, şahsıma. Konuyla ilgili bir makalemden dolayı 25.000.000.000 TL manevi tazminat davası açarken, Basın Savcılığı vasıtasıyla da İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmamı sağlamıştır. (Dava konusu makale için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, "Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu", Yeni Hayat, 6:70, Ağustos 2000, s. 13-29. Ayrıca internet üzerinden bkz. http://www.neciphablemitoglu.cjb.net/)
1990'lı yılların başında, Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti'nin oluşumu için faaliyet gösteren sözde "insani yardım" amaçlı NGO'ların sayısı 100'ü geçmekteydi (Zaho, Duhok, Erbil, Süleymaniye vd.). Birleşmiş Milletlerin ve AB'nin insani yardımları, Kızılhaç üzerinden değil de, söz konusu NGO'lar üzerinden ulaştırılmaktaydı.Çatışmaların şiddetlenmesiyle, bütün bu NGO'lar sessizce bölgeden çekilirken, bölgede en güçlü kadroya sahip olan CIA de, söz konusu elemanlarının dışında, yaklaşık 7.500 yerli ajanını Türkiye üzerinden bir operasyon gerçekleştirerek Guam adasına nakletmiştir. Halen Batılı istihbarat servislerinin sevk ve yönetimindeki bu NGO'ların büyük bölümü tekrar geri dönerek "insani yardım" faaliyetlerini sürdürmeye başlamışlardır. Konunun en acı olan tarafı, bu NGO'ların iç yüzlerinin bilinmesine rağmen, bir tek istihbaratçıya yönelik bir tek saldırı bile söz konusu olmazken; Türk Kızılay'ının görevlileri, peşmergelerin vahşi saldırısına uğramıştır. Türk Kızılay'ının bu bölgede "insani yardım" faaliyeti göstermesini istemeyen söz konusu NGO'lar, işkence ile vahşice öldürülen Türk Kızılay'ının mensupları için en küçük tepki göstermemişlerdir.
Örnek oluşturacak tipik bir haber: "Alman Cumhurbaşkanı Johannes Rau, dün insan hakları örgütleri ile bir toplantı yaptı. Toplantıya, Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, TİHV Genel Başkanı Yavuz Önen, ÇHD Gn. Başkanı Ali Ersin Gür, TİHAK Başkanı Nevzat Helvacı, Avukat Yusuf Alataş ve İnsan Hakları Eğitimi Ulusal Komitesi Başkanı Prof.Dr. İonna Kuçuradi katıldı. Türkiye'deki insan hakları, düşünce özgürlüğü, idam cezasının kaldırılması, demokratikleşme, yargı reformu ve işkence konularının gündeme geldiği toplantıda Alman Cumhurbaşkanı Rau, insan haklarından sorumlu Devlet Bakanı M. Ali İrtemçelik'in geçtiğimiz yıl Kasım ayında NGO'larla yaptığı toplantının devamının gelip gelmediğini sordu. Türkiye'de NGO'larla siyasi irade arasında bir kopukluk olduğu ve NGO'ların düşüncelerinin kaale alınmadığı tespitini yapan Rau'nun, 'siyasi iradenin NGO'ların düşüncelerini dikkate alması gerekir' dediği belirtildi. Türkiye'deki insan hakları sorunlarının çözümlenmesinde asıl görevin Türkiye'nin iç kamuoyuna düştüğünü belirten Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, bu bağlamda DIŞ DİNAMİKLERİN de önemli olduğunu kaydetti. Ensaroğlu, AB üyesi ülkelerin, Türkiye'nin insan hakları ihlallerine ilkeli ve KUŞATICI yaklaşmalarını, seçici davranmamalarını, insan haklarının uluslararası çıkarlara feda edilmemesini istedi. İnsan hakları alanındaki adımlarda ulusal ve uluslararası demokratik kamuoyuna güvendiklerini belirten İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül ise, bu faktörün insan hakları standardının gelişmesinin önünü açacağını ifade etti" (Zaman, 8 Nisan 2000).

---------------------------------------------------------------------------------

TÜRKİYE' DEKİ ALMAN VAKIFLARI RAPORU II

Bütün bu olumsuz gelişmelere karşı Türk Devleti ne yapmaktadır? Ulusuna ve tarihine layık olmayan ya da 'etki ajanı' konumundaki kimi politikacıların, kimi istihbaratçıların, kimi medya mensuplarının, kimi akademisyenlerin, kimi tarikat şeyhlerinin, kimi iş adamlarının varlığı, Türk Devleti'nin söz konusu küreselleşmeci NGO'lar karşısında sadece seyirci konumuna gelmesine neden olmuştur ve olmaktadır. Tipik bir örnek olmak üzere, Başbakanlığa bağlı olarak kurulan İnsan Hakları Üst Kurulu'nun küreselleşmeci benzerlerinden farklı hiçbir fonksiyonu bulunmamaktadır. Ekonomik önlemler için hükümet, milyonlarca üyesi olan ulusal nitelikli sivil toplum kuruluşları yerine, sıradan bir dernek statüsündeki TÜSİAD'dan öncelikle görüş alırken, eleştirilerinin gereğini de anında yerine getirmektedir. Kısaca, Türk Devleti, kendini savunma mekanizmasını çalıştıramadığından, kendi NGO'larını da kuramamaktadır. Özellikle kurulan devlet kaynaklı vakıfların, kamu çıkarları yerine, kimi devlet bürokratlarına hareket -daha doğrusu harcama- esnekliği ve serbestisi sağlaması, uluslararası literatürde GONGO olarak nitelendirilen "Governmental NGO"ların artışına yol açmaktadır 1. Tapu-Kadastro, Adalet, Polis, MEB, Üniversiteler başta olmak üzere hemen hemen tüm kamu kurum ve kuruluşlarının katrilyonlara hükmeden GONGO'ları, kamu kaynaklarından ve halkın sırtından haksız kazanç sağlamaya devam etmektedir. Sorun sadece bu kadarla kalsa yine kabul edilebilir boyutlarda. Daha kötüsü, sırf kamu kaynaklarını hortumlamak amacı ile kurulan yüzlerce NGO'ya en tipik örnek, vakıf üniversiteleridir. Devlet malına vakıf olunamayacağına ilişkin tarihsel ilkeye rağmen, kurulan vakıf üniversiteleri, kimi sermaye sahiplerine ya da cemaat şeyhlerine, reklâmın yanında, yüz binlerce metrekarelik bedava arsa, hatta boğaz manzaralı orman arazisi, vergi indirimleri, cari harcamaların % 45'ine varan ölçülerde devlet desteği de sağlamaktadır. Harcama faturaları biraz şişirildiğinde, vakıf üniversitelerinin neredeyse cari harcamalarının tamamı devlete yükletilirken, zaten maddi olanaksızlıklar içinde kıvranan devlet üniversitelerine bütçe içinde ayrılan pay da giderek azalmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, Türk Devleti'nin ne küreselleşmeci NGO'lara, ne kendi GONGO'larına ve ne de halk deyimi ile 'hortumcu' NGO'lara karşı belirlenmiş bir politikası bulunmaktadır. Bu acizlik görüntüsü, 21-22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi'nde ilk maddede yer alan aşağıdaki yargıyı hatırlara getiriyor: "...hükûmet, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor" 2.

2. TÜRKİYE'DEKİ ALMAN VAKIFLARININ GENEL KARAKTERİSTİĞİ

ABD'nin hedef ülkelerdeki küreselleşmeci NGO'lara dolaylı parasal destek için, NED (Demokrasi Milli Fonu) üzerinden Cumhuriyetçi Parti'ye bağlı IRI (Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü) ve Demokrat Partiye bağlı NDI (Ulusal Demokrasi Enstitüsü) ağırlıkta olmak üzere, CIPE (Uluslararası Özel Girişimciler Merkezi), ACILS (Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi), Hoover Enstitüsü gibi merkezlere sahip olduğu biliniyor. NED, ABD Kongresi denetiminde oluşturulmuş resmi bir para fonu olduğundan, harcamalarının gizliliği bulunmuyor. Bu fona sadece Federal Bütçe'den kaynak aktarılmıyor, ilâveten uluslararası şirketler ve stratejik müttefik ülkeler de destek sağlıyor. Dolayısıyla, Türkiye dahil hangi üçüncü dünya ülkesinin hangi işbirlikçi NGO'su bu merkezlerden hangi miktarda nakit yardım almış, internete yüklenmiş resmi kaynaklardan kolaylıkla öğreniliyor 3.

AB ülkelerinin de aynı amaçlı "birinci sınıf" NGO'ları bulunuyor; ancak Türkiye'ye baktığımızda, en etkin Avrupalı NGO'lar arasında, özellikle Almanların başı çektikleri gözlemleniyor. Türkiye'de faaliyet gösteren Alman Kültür Merkezleri'nin yanı sıra, Beyrut merkezli "Morgenlaendische Gesellschaft"a bağlı Orient Institut'un İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü, Alman NGO'larının Türkiye'deki ilk sıçrama noktaları olarak kabul ediliyor.

Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND'nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçe'den karşılanan 'taşeron' NGO'lardır. İşin ilginç tarafı, hemen her vakıf, -aşırı sağcı CSU ve solcu PDS dışında- rejime entegre sorunu olmayan mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşudur. Örneğin, Almanya'nın en büyük partilerinden biri olan Hıristiyan Demokratik Birliği-CDU, Konrad Adenauer Vakfı'na, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı'na sahiptir. Aynı şekilde, Sosyal Demokrat Partisi-SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar arasında yer almaktadır. Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin bünyesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın Federal Hükümetin "Politik Eğitim Fonu"ndan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faaliyet giderleri de tamamıyla Federal Hükümet tarafından karşılanmaktadır. Resmen Alman Hükümeti'nden yardım alan söz konusu vakıflar, dış ülkelere "Hükümet dışı Sivil Toplum Örgütleri" yani NGO olarak takdim edilmektedir. İşte bu vakıflar, 1984'ten itibaren Türkiye'ye gelerek ve de yasal boşluklardan yararlanarak, her biri birer "taşeronun taşeronu" yasal Türk NGO'sunun tabelası ardında faaliyetlerini sürdürmektedirler.

Söz konusu Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve de espiyonaj faaliyetlerine karşı ilk kez Türk kamuoyunu bilgilendirerek uyaran Türkiye'nin tek Doğu bilimcisi Tamer Bacınoğlu, söz konusu vakıflarla ilgili şu çok önemli değerlendirmeyi yapmaktadır:

"... Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dışişleri Bakanlığı'nın ... yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür 'kamuflaj projeleri' kullanabileceği üzerine bir dizi 'pratik örnek' verilmektedir. 'Politik Vakıflar'ın bu bağlamda 'diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları' en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.

Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizm'in iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükûmet sorunu değil, 'yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A- 'Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak' ve buna paralel olarak 'kürtçü gruplar' ile Almanya arasında köprü kurmak. B- 'Toplumun değişik katmanları ile siyasal islâmcıları bir araya getirmek' ve buna paralel olarak islâmcılar ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- 'Alevilerin aşırı islâma karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak'.

İkinci maddedeki etkinlikler, 'Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak' amacıyla Almanya'da adı var, kendi yok 'federal sistem'i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı, 'federalizmi tanıtma' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşillerin Heinrich Böll Vakfı 'federal yönetimin nimetleri'ni Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller'in bu vakfı şu sıralar, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi 'araştırma' enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha 'global' bir yaklaşımla 'Türkiye'de sivil toplum kurulabilmesi' için çaba gösterirken, daha çok 'ekonomi ağırlıklı diyalog arayışında olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de 'İslâm'ı demokrasiyle barıştırmak' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı'nca yaşama geçiriliyor.

Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, 'yerli köprübaşları oluşturmayı' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman 'kalkındırma yardımı', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır....

Almanya kökenli vakıflar, 'biz NGO'yuz' diyor. Ancak 'sivil toplum', 'küresel ekonomi' ve 'insan hakları' için uğraşı verdiklerini iddia ederken, 'Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır' da diyebiliyorlar. Hepsi de 'dost ve müttefik Almanya' hesabına çalışıyor. Söylev'deki 'Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette..." sözlerini hep anımsamalıyız" 4.

Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Aralık 2000'de yayınlanan "Yeni Türkiye Konsepti", Alman vakıflarına, rutin faaliyetlerinin yanında -özellikle espiyonaj ağırlıklı- yeni görevler yüklemektedir: "Köylülerde çevre bilincini geliştirmek; köylü kadınları politikaya duyarlı hale getirmek; sistem karşıtı eleştirel ve alternatif medyacılığı teşvik; çevre düşmanı yatırımlara özellikle turizm bölgelerinde gereksiz endüstri tesislerine, otoyollara ve baraj inşaatlarına karşı sivil itaatsizlik eylemleri organize etmek vs. vs." 5. Gelecek sayıda bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazılarını okuyacaksınız.

Dipnotlar:

1) Gönüllü kuruluşların (NGO'ların) kazandıkları prestij, sahip oldukları cazibe, bürokrasinin katı kurallarından uzak olan esneklik ve hareket kabiliyeti, zaman zaman hükümetleri, daha doğrusu kamu otoritesini de NGO'lar kurmaya yöneltiyor. Bunlara, yine İngilizce'de, azıcık şaka yollu, "Governmental Non-governmental Organization" veya "Governmental NGO", daha da kısaltılarak "GONGO" deniyor. GONGO'lar; gönüllü kuruluş kavramını, dernek ve vakıf kavramını zedeleyen, zaman zaman belli ölçüde kamu gücünün devredildiği, ama; bürokratik kurallara uymadan at oynatılan kuruluşlardır. Bkz. "Gongoları Ayıklayalım", Çevre, 86, Mart 2001, s. 1.

2) Ayrıntılı bilgi için bkz. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1961, s. 22-23; Tayyib Gökbilgin; Milli Mücadele Başlarken, Ankara, 1959, s. 146-148. "Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005"de mevzuat ve uygulamadaki boşluklara dikkat çekilmektedir: "(1972) Özellikle uluslararası bağışçıların ve teknik yardım sağlayanların, yardımlarını belirli şartlara bağlamaları, idari kontrol sağlama ve yönlendirme gayretleri Sivil Toplum Organizasyonlarının inisiyatif kullanmalarını etkileyebilmektedir. Bu durum, ülke çıkarlarının gözetilmesi ve milli politikaların gösterdiği hedefler doğrultusunda faaliyette bulunmalarının sağlanması açısından STO'ların demokratik bir şekilde yapılanmalarını, idari ve mali açıdan şeffaf olmalarını gerektirmektedir (1974). Ulusal ve uluslararası kaynakların harekete geçirilerek kalkınma çabalarının güçlendirilmesi amacıyla, STO'ların milli politika hedefleri istikametinde faaliyet göstermeleri sağlanacaktır (1978). STO'ların katkı yaptıkları kesimlere, kendi üyelerine ve devlete yönelik olarak demokratik, şeffaf ve sorumlu bir çerçevede faaliyetlerini sürdürmesi sağlanacaktır (1979). Sivil Toplum Organizasyonlarıyla ilgili gerekli yasal düzenlemeler yapılacaktır" (s. 203).

3) CIA bağlantılı merkezlerden sadece NED'den "proje bedeli" adı altında para alan Türk STK'larından TESEV, TÜSES, TUSİAD, Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı en tanınmışları. El altından verilen yardımların(!) kanıtlanması mümkün olmamakla birlikte, resmen verilenler bellidir. Örneğin, Doğu Ergil'in TOSAV'ına Türk-Kürt sorunu çözüm çalışmaları için 92.000 ABD doları ile 6250 pound, Gökhan Çapoğlu'nun ANSAV'ına parti örgütlenmesi için 189.604 dolar, Stratejik Araştırmalar Vakfı'na 190.193 dolar, Bülent Akarcalı'nın Türk Demokrasi Vakfı'na 106.100 dolar, Liberal Düşünce Topluluğu'na 111.500 dolar, Türk Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'na 1.111.000 dolar vd. IRI'den "proje bedeli" alanlar arasında ise ARI Grubu 278.500 dolar ile dikkat çekmektedir. NDI'nin diğer Türk STK'larına verdiği 824.900 doların yanı sıra, Yeni FORUM Dergisine verilen bedel 150.000 dolar ve ayrıca 11.766 dolar, vs. vs. Söz konusu merkezler hakkında derli toplu bilgi için bkz. Mustafa Yıldırım, "Şifre Çözücü: Project Democracy 1", Müdafaa-i Hukuk, 32: Mart-Nisan 2001, s. 23-39; 33: Mayıs 2001 s. 39-56; Attila İlhan, "Çok Veren Maldan mı?", Cumhuriyet, 26.1.2001. Ve de bu yardım (!) merkezlerinin internetteki web sayfaları.

4) "Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach'dır. 15 Eylül 1998 günü Katolik Kilisesi'ne bağlı Lingen Akademisi'nin çağrısı üzerine verdiği 'İslâm'ın Avrupa İçin Önemi' konferansında şöyle demiştir: 'Sorun, Atatürk'ün bir Paşa fermanıyla yarattığı yapay bir ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşayan Kürt/Türk, Müslüman/Laik, Alevi/Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...' Alman devletinin finanse ettiği Steinbach'ın enstitüsünün Türkiye'de bağlantısı olmadığı Alman vakfı ya da 'araştırma kurumu' yoktur. Örneğin, Steinbach'ın elemanlarından 'Alevilik ve Kürtlük uzmanı' Heidi Wedel, hem SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amnesty International adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü'nün İstanbul şubesi bünyesinde 'Gazi Mahallesi Araştırması'nı da yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye'de çalışan tüm Alman vakıflarına 'bilimsel' yol göstericilik görevini üstlenmiştir". Geniş bilgi için bkz. Tamer Bacınoğlu, "Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri", Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.

5) "Konseptin mesajı açık: 'Lider sultası altındaki partilerle Türkiye'de sivil toplum inşa edilemez. Örgütlenme tabandan başlatılmalı; yerel düzlemde örgütlenmelere gidilmeli, özellikle köylü hareketlerine öncelik tanınmalıdır. Türk halkı bu konularda tecrübesiz olduğu için, Alman NGO'lar teorik, parasal ve lojistik yardım sunmalıdırlar": Argun Erbay, "Alman NGO'larının 2001 Türkiye Programı", Aydınlık, 21 Ocak 2001.

---------------------------------------------------------------------------------

TÜRKİYE' DEKİ ALMAN VAKIFLARI RAPORU III

2.1. KONRAD ADENAUER VAKFI

Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe ile, Türkiye'nin zaaf boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984'den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. Vakıf Temsilciliği, Ankara'da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul'da da şube düzeyinde temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı'nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır.1 Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm'un ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir fikir verecek düzeydedir:

"Bu yılın 6 Temmuzu'nda Ardahan Subay Gazinosu'nda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye'deki Alman vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece ben de bilgi sahibi olabildim.

Ardahan ilinde belediye başkanları ve belediyede ve idarede çalışanlar için iki günlük bir seminerin açılışını yapmıştım. Bu semineri uzun yıllar birlikte çalıştığım Türk ortağımız Türk Belediyecilik Derneği (TBD) ile birlikte düzenlemiştik. Seminerin konuları arasında şehircilik, ihaleler, belediye başkanının, belediye meclisinin ve belediyenin görevleri ve birbirleriyle ilişkileri vardı. Ortağımız TBD, her yıl Türkiye'nin bütün yöre ve illerinde aşağı yukarı 100'e yakın bu tür meslek eğitimi semineri düzenlemektedir. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde birleşiyorlar.


Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamandaki bu yöredeki doğanın güzelliği, Türkiye'nin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum". 2

Wulf Schönbohm'un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye'nin hemen her yerine rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960'lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve sonuçta "kaybolan Laz ulusunu kurtarmak" misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye'de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki Laz örgütünün yanı sıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır.3 Önceleri, Almanya'da basılan Laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak...

2.1.1. K.A.V.'NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ

Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle'nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse söz konusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanı sıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler düzenlemişlerdir.4

Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000'de düzenlediği "Türkiye'de Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar" adını taşıyan kongrede yapmıştır. Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta "aklanma", "prestij artırma", "dokunulmazlık sağlama", "ilgi odağı olma" yorumlarına yol açmıştır. Tıpkı bildirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm'un yazdığı gibi:

"... Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut'un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir".5

Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri "AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu" üzerine katılımcıları Almanya'dan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmiştir. 6 Alman iç istihbarat örgütü olan "Federal Anayasa'yı Koruma Teşkilâtı"nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemiştir:

"Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır.... Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye'nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu'yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da kattığı tespit edilmelidir.... Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükümete 'tavsiye' niteliğinde olması da önemli değildir. Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu'nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki 'tavsiyelerinin' çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümetten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa'nın özgürlükçü demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, 'sivillerin' etkili egemenliği talep edilmiştir.... Kemal Atatürk'ün kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa'nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist milliyetçiliğinin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB'ye entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir" . 7

Dr. Rumpf, Atatürk'ün yaşadığı dönem itibariyle çağın koşullarına ve gereksinimlerine tamamıyla zıt "anti-emperyalist" bir mücadele sonrasında ülkesine bağımsızlık kazandırdığı gerçeğini es geçmekte ve Kemalizm'in yorumunun saptırılarak AB talepleri çerçevesinde yeniden yapılmasını ima etmektedir. Ancak, Türkiye'nin er geç yola gireceğinin kanıtı ve emaresi olarak "tüm Türkiye'de faaliyet gösteren İnsan Hakları Derneği ilk defa işkence vakalarında belirgin bir azalma tespit etmiş" diyerek güvenilir, hatta MGK'dan da güvenilir bir kaynağa (!) atıfta bulunmaktadır.

2.1.2. TEHLİKENİN BOYUTU: K.A.V.'NIN ÖNEMLİ ETKİNLİKLERİ

Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, her yıl çok sayıda konferans, seminer, atölye çalışması ve sempozyum düzenlemektedir. Vakfın sadece 2000 yılında saptanan 33 etkinliğine katılan davetli sayısı 3.000 olup, toplam 281 etkinliğe katılan davetli sayısı ise 23.400'dür. 2000 Yılı itibariyle üç tartışma forumu düzenlenmiştir. Siyasal diyalog kapsamındaki bu tartışma forumlarının her birine, kendi alanlarında sivrilmiş 100'er davetli katılmıştır: "Orta Ölçekli Sanayinin ve Modern Teknolojinin Bavyera Eyaletinde Teşviki" konulu forumun konuşmacısı Müsteşar Hans Spitzner, "Yüksek Teknolojilerdeki Devrimsel Gelişmeler-Silahlı Kuvvetler İçin Sonuçlar" konulu forumun konuşmacısı Dr. Holger Mey ve "Türkiye'de İnsan Haklarına Saygı Eğitimi" konulu forumun konuşmacısı Prof.Dr. İonna Kuçuradi'dir.

Vakfa göre, "siyasi diyaloğun diğer önemli bir bileşeni, siyasi müşaveredir. Bu hususta Alman siyasetçilere, önemli siyasetçiler ve şahsiyetler ile yerinde görüşme ve durum hakkında yerinde fikir edinme imkânı sağlanır. Bu temasların her iki tarafın çalışmaları için çok faydalı olmakla kalmayıp, aynı zamanda önyargıların tasfiye edilmesi ve karşılıklı diyaloğun sağlamlaştırılmasına önemli bir katkı sağladığı geçmişteki uygulamalarda görülmüştür. 2000 Yılında Avrupa Halk Partisi (EVP) milletvekili Bayan Dr. Renate Sommer'in ziyareti, Bay Dr. Norbert Lammert'in ziyareti (Milletvekili ve Alman Federal Parlamentoda Hıristiyan Demokrat Partisi/Hıristiyan Sosyal Birliği CDU-CSU dış siyasi sözcüsü) ve milletvekili Manfred Grund başkanlığında Thüring Eyalet Grubunun ziyareti gerçekleşmiştir". 8

Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir: "Turkey on Her Way to EU-Membership" başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; "Türkiye'de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu" konulu sempozyum; "Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik" konulu kongre; "Türkiye'de Anayasa Reformu-İlkeler ve Sonuçlar" konulu kongre; "Karadeniz/Ereğli'de Bölgesel Gelişme" konulu kongre; "Almanya'nın Birleşmesinin 10. Yılı" konulu etkinlik; "Alman Okullarında İslâm Din Dersi" konulu kongre; "Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri" konulu kongre; "Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar" konulu kongre; "Türkiye'de Yerel Yönetimlerin Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri" konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: "Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara'daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen 'Almanya'nın Birleşmesinin 10. Yılı' konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesinin Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz KAZANILABİLMİŞTİR" .9

Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz'ın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı'nca hazırlanan "Alman NGO'larının 2001 Türkiye Konsepti"nde Konrad Adenauer Vakfı'ndan "ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kurması" istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi Vakfı'nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu'nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiye'de etnik hobileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu'nun da bulunduğu göz önüne alınacak olursa, KAV'nın Almanya'dan gelen resmi direktiflere nasıl bağlı kalmakta duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır.

KAV, önemli politikacıların yanı sıra, gençlerin de "kazanılmasına" büyük önem vermektedir. Kendi cümleleriyle işte amaçları: "Gençlerin teşvik edilmesi, özellikle de gençlerin siyasi fikir oluşturma sürecine katılımı, Türkiye'de yoğun olarak ihmal edilen bir sahadır. Bu husus, Türkiye nüfusunun % 70'inin 35 yaşın altında bulunduğu dikkate alındığında özellikle şaşırtıcıdır. KAV bu nedenle geçen yıl toplam üç gençlik konferansı (09.04.2000 tarihinde Gaziantep, 17.05.2000'de Mardin ve 19-21.05.2000'de Van) ve 23-25.11.2000 tarihleri arasında Kuşadası/Aydın'da gençlik günleri konulu bir forum düzenlemiştir. Özellikle 'Türkiye'nin Geleceği, Geleceğin Türkiye'sini Konuşuyor' çalışma konusu altında düzenlenen Van'daki etkinlik, katılanlar için bir tartışma forumu sunmuştur. Foruma katılan 140 kişi, 4 çalışma grubuna ayrılmış ve muhtelif konuların ele alınması ile görevlendirilmiş olup, sonuçları bir komünikede toplanmıştır. En önemli sonuç, FARKLI MENŞELERE rağmen. Kültürel bir birlikte yaşamanın temeli sayılabilecek müşterek ideallerin ve fikirlerin var olduğu yönündeki tespit olmuştur" .10

Konrad Adenauer Vakfı'nın Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt'in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır'da "biji Apo", "kürdara azadi" pankartları ve sloganları altında şehir içme suyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar (!) Türk istihbarat kurumlarının engin hoşgörüsü (!) altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır. 11

KAV'nın Türkiye'ye, Türkiye'nin sorunlarına (!) ilgi yelpazesi öylesine geniştir ki, Türkiye dar gelmekte ve kimi zaman faaliyetler ülke dışına taşmaktadır: "KAV'ın faaliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KAV, diğer partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika'da üç etkinlik düzenlemiştir. Bunlar münferit olarak: Berlin'de 21-24.09.2000 tarihlerinde 'Helsinki'den Sonra Almanya-Türkiye İlişkileri İçin Gelecek Perspektifleri: Gelişmeler ve Şartlar' konulu uzman toplantısı; Köln'de 'Yapısal Dönüşüm İçerisinde Bulunan Orta Ölçekli İşletmeler" konusunda Alman/Türk ekonomi toplantısı ve 09.12.2000 tarihinde Brüksel'de 'Türkiye ve AB' konulu uluslar arası sempozyum. KAV'ın konsepsiyonel katkıda bulunduğu bu etkinlikte Almanya, Belçika ve Türkiye'den gelen siyasetçiler ve karar organları, fikir alışverişi fırsatı bulmuştur".12 KAV ayrıca, Türkiye'nin de içinde bulunduğu Karadeniz Ekonomik İşbirliği Sekreteryası'na sponsor olarak da destek vermektedir. 13

Konrad Adenauer Vakfı, yerel medya ile öylesine sıkı bir ilişki kurmuştur ki, Vakıf Temsilcisi Dr. Schönbohm, çok iddialı biçimde basına "görüşmediğim yerel basın kalmadı" biçiminde iddialı demeçler vermektedir. Bu kapsamdaki faaliyetlerde, Türk ve Alman yerel gazetecilerin katıldıkları seminerler, Türk gazetecilerinin "bilgi ve görgülerini artırmaya yönelik Almanya ziyaretleri" ağırlıklı yer işgal etmektedir. KAV, bu alanda tek "burnunu sokmadığı" alana da el atmış ve 22-23 Haziran 2000'de Kemer/Antalya'da "Uluslar arası İhtilafların Çözümü Konusunda Medyanın Rolü" konulu seminere Türk, Alman ve Yunan gazetecilerinin katılımını sağlamıştır. 14

Vakfın, destek verdiği projelerin yanı sıra, yayınları da mevcuttur. 2000 Yılında vakıf yayınları arasında çıkan kitap sayısı 14'tür.15 Vakfın 2001'de yaptığı çok sayıda etkinlikler arasında, 4 Nisan 2001'de Ankara'da Türk Kadınlar Konseyi Derneği ile müşterek düzenlenen ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Beyza Bilgin'in konuşmacı olarak katıldığı "İslam'da Kadının Rolü-Türkiye'de Kadın" konulu konferans, bu defa 11 Nisan 2001'de Ka-Der (Kadın Adayları Destekleme Derneği) ile müşterek olarak İstanbul'da yinelenmiştir. 27 Nisan 2001'de TOSYÖV Başkanı Işın Çelebi -ki o da ANAP milletvekilidir- Alman Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt ve de Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm'un müştereken açılışını yaptıkları Alternatif-Yenilenebilen Enerji Kaynaklarına ilişkin sempozyum gerçekleştirilmiştir.16 3 Mayıs 2001'de ise, KAV Temsilcisi Dr. Schönbohm ile İstanbul Goethe Enstitüsü yöneticisi Dr. Rüdiger Bolz tarafından müştereken gerçekleştirilen "Konrad Adenauer Vakfı'nın 20. Tartışma Forumu"nun konusu ise, "1930'lu Yıllarda Türkiye'deki Alman Göçmenler" olarak belirlenmiştir. 17

31.05/1.06.2001'de İstanbul'da Konrad Adenauer Vakfı'nın öncülüğünde gerçekleştirilen "Almanya ve Türkiye'de Devlet, Vatandaş ve Sivil Toplum Kuruluşları" konulu Uluslararası Kongre'nin davetiyesinde, açılışta söz alacak konuşmacılar arasında Dr. Wulf Schönbohm'un yanı sıra, dönemin iki Bakanı, Yüksel Yalova ve Sadettin Tantan'ın isimleri zikredilmiştir. Kongre'deki konuşmacılar arasında özellikle BND'nin İstanbul'daki "Kürt ve Arap" uzmanı kadrolu elemanı Gottfried Plagemann ile BND'nin Türkiye etnik ve dinsel azınlıklar uzmanı Dr. Günter Seufert dikkati çekerken, Alman Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı BfV bağlantılı faaliyetleri ile yakından tanıdığımız Prof.Dr. Roland Eckert, Prof.Dr. Gerd Mutz, Dr. Konrad Hummel, Christopher Kubaseck, Gisala Anna Erler de Alman Devleti'nin resmi politikalarını anlatmışlardır. Türk konuşmacılar arasında ise şu isimler özellikle dikkatleri çekmiştir: Sermaye kesimini temsilen ABD'den proje bazında destekli TESEV'in Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Argüden, uluslararası faaliyetleri ile yakından izlenmesi gereken Arı Hareketi'nin Başkanı Kemal Köprülü, muhafazakâr söylemleriyle tanınan Merkez Valisi Recep Yazıcıoğlu, ikinci cumhuriyetçi çizgide kabul gören Ali Bayramoğlu, Prof.Dr. Burhan Şenatalar, Prof.Dr. Zafer Üskül ve Alman vakıflarının gedikli konuşmacısı Prof.Dr. İbrahim Kaboğlu vd.. 18

Konrad Adenauer Vakfı'nın tüm bu etkinlikleri gerçekleştirmedeki niyet ve emellerini bir kenara bırakıp, sadece otel, kokteyl, yemek, çay gibi organizasyon masraflarını hesaplamaya kalktığınızda bile, bu vakfın ve de vakfın arkasındaki Alman Devletinin Türkiye'yi ne kadar sevdiği (!) ve düşündüğü (!) ortaya çıkacaktır... Ama daha da düşündürücü olan gerçeği, KAV'ın Türkiye'deki en önemli " işbirlik partneri" olan Türk Demokrasi Vakfı'nın Başkanı Bülent Akarcalı'nın aşağıdaki sözlerinde bulmak mümkündür:

"Son iki yıldır vakıf Türkiye Temsilcisi olan Wulf Schönbohm, uzun yıllardır ülkemize gelenler içinde tanıdığım en dengeli ve sorunlarımıza çok müspet bakabilen, ciddi siyasi geçmişi ve inandırıcılığı olan kişidir. BUNA İNANARAK YAZIYORUM... Dolayısıyla sorun, BAŞKALARININ ÜLKEMİZDE NE YAPTIĞI DEĞİLDİR. KALDI Kİ GİTTİKÇE BÜTÜNLEŞEN DÜNYADA BU KAÇINILMAZDIR. Esas sorun, bizim niye dışarıda hiç ama hiçbir şey yapmadığımızdır. Tembelliğin mazereti yabancıya kızmak olmamalıdır".19

Unutmadan ekleyelim ki, Bülent Akarcalı, yukarıda da ifade edildiği üzere, aynı zamanda T.B.M.M. üyesidir ve uzun yıllardır iktidara ortak olmuş milliyetçi-muhafazakâr (!) söylemli bir partinin, ANAP'ın mensubudur. Ve tabii ki, yeminini Alman Parlamentosu'nda değil, tıpkı Mesut Yılmaz, Ercan Karakaş, Gökhan Çapoğlu, Leyla Zana, Şevki Yılmaz, Sadettin Tantan, Bülent Ecevit, Hasan Mezarcı ve benzerleri gibi T.B.M.M. kürsüsünde yapmıştır...

2. HEINRICH BÖLL VAKFI

Alman Yeşiller Partisi'ne bağlı Heinrich Böll Vakfı, BND'nin espiyonaj faaliyetleri kapsamında en çok kullandığı vakıf olarak dikkat çekmektedir. Türkiye'de son yıllarda gerçekleştirilen rejim karşıtı pek çok etkinliğin ardında Böll Vakfı yer almaktadır. Ülkemizde en aşırı sağdan en aşırı soluna, ikinci cumhuriyetçilerden etnik bölücülere uzanan çizgide, ortak paydası Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı olan tüm birey ve örgütleri bir araya getirme, ortak platformlar oluşturma çabası içinde görünen vakıf, Türk istihbarat kuruluşları nezdinde dikkat çekmemek için de, özellikle espiyonaj faaliyetleri dışında tutulan normal bir Türk vatandaşını Temsilci olarak göstermektedir.20

1988'de Berlin'de kurulan Heinrich Böll Vakfı'nın, tıpkı diğer vakıflar gibi, Alman iç politikasına karışması yasaktır. Hükûmetin öngördüğü sınırlar içinde, misyonunun gereğini yerine getirmede ise, tıpkı diğer vakıflar gibi, oldukça özgürdür. Vakfın Almanya faaliyetleri, iki bölümden oluşmaktadır: Gerçek Almanlara yönelik faaliyetler; "yabancılar"a yönelik faaliyetler. Birinci bölüme yönelik faaliyetler, apolitik çevre projelerinden ibarettir. İkinci bölümdeki faaliyetlerin ağırlık noktasını ise Türkler oluşturmaktadır. Böll Vakfı, bu kapsamda, Türkiye karşıtı tüm etnik, ideolojik ve dinsel yapılanmaların (PKK, Ermeniler, Süryaniler, Pontusçular, Keldaniler, Yezidiler, Milli Görüşçüler, Kaplancılar, Fethullahçılar, Süleymancılar, Nizam-ı Alemciler, DHKP-C ve Tikkocular vd.) yanı sıra, Federal Anayasa'yı Koruma Teşkilâtı, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı, Protestan ve Katolik Kilise Akademileriyle yine bunlara bağlı haber ajansları ve diğer medya kuruluşları ile koordineli organik ilişki içindedir. Vakfın Almanya faaliyetlerinin finansmanı, İçişleri Bakanlığı'nın "global fonları" ve değişik bakanlıkların proje güdümlü kaynaklarından karşılanmaktadır ki, 1999 yılı için -sadece Almanya içi faaliyetlere- Devletten alınan yardım tutarı 67 milyon marktır. Böll Vakfı'nın asıl faaliyet alanı, Almanya için stratejik öneme sahip olan, başta Türkiye olmak üzere, "arka bahçe" ülkeleridir. Yurtdışı faaliyetlerinin tamamı, Federal Dışişleri Bakanlığı ve Federal İstihbarat Servisi'nin (BND) "örtülü fonları"ndan karşılanmaktadır.

Böll Vakfı, Türkiye'de uzmanlaştığı başlıca üç konuda faaliyet göstermektedir: Birincisi, "insan hakları" konusu ki, en yoğun işbirliği yaptıkları Türk sivil toplum kuruluşları arasında İstanbul Barosu, İnsan Hakları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, KOMKAR, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, Alternatif Toplum Merkezi, Mazlum-Der, Türkiye İnsan Hakları Vakfı vd. bulunmaktadır. Bu kuruluşlarla müşterek panel, sempozyum, atölye çalışmaları ve benzeri etkinliklerde, Yücel Sayman, Hüsnü Öndül, Hasip Kaplan, Murat Bozlak, Şanar Yurtapan gibi isimlerin yanı sıra, Claudia Roth, Angelika Graf, Jonathan Sugden gibi Türkiye karşıtı olarak tanınan Avrupalı parlamenterlere, gazetecilere vd. rastlamak genellikle olanaklıdır. Bu etkinliklerin birinde, davetlilere dağıtılan "kendi devletini ihbar anketi", içeriği itibariyle suç boyutu taşımasına rağmen, sıradan bir belgeymişçesine kamuoyunda tartışılmamış; Cumhuriyet Savcıları da işlem yapmamıştır.21 Benzeri bir ihbar hattı da Mazlum-Der tarafından yaşama geçirilmiştir.22 Vakıf, ayrıca kadın hakları ile ilgili etkinliklere de ilgi göstermektedir. Vakıf broşürlerinde Türkiye, Mali, Sudan ve Mısır'ın yanında 'kadın haklarının ezildiği ülkeler' listesinde yer almaktadır. Ayrıca, vakfın İstanbul'da "Pazartesi" adlı feminist ve ordu düşmanı bir periyodiği finanse ettiği kaydedilmektedir. Kaldı ki, Yeşiller Partisi'nin yayın organı olan "TAZ"ın "Perşembe" adlı ekinin içeriği de, aşağı yukarı aynıdır.23 Vakıf, AB ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye'deki insan hakları-azınlık hakları konusunu sık sık gündeme getirmektedir.24 Son olarak, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Azınlık Hakları Çalışma Grubu'nun Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle 8-9 Haziran 2001'de İstanbul'da gerçekleştirdiği etkinliklerden biri olan "Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta AZINLIK HAKLARI (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması)" konulu sempozyum, gerek zamanlama, gerek katılımcılar ve gerekse tebliğ konuları itibariyle oldukça dikkat çekmektedir.25 Bir uzmanın bu sempozyumla ilgili son derece önemli değerlendirmeleri şöyledir:

"Sempozyumun yabancı konuşmacıları, ülkelerinin azınlık konseptlerini savunan kişilerden oluşuyor. Örneğin, Pakistan asıllı İngiliz Javaid Rehman, Leeds Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olup, çalışma alanı, Pakistan'daki 'etnik ve dini azınlıklar'dır. Steven Wheatley, ulus-devletleri etno-kültürel kimliklerle parçalama projesinin Anglosakson mimarlarından biri olarak tanınıyor. Nicole Guismazenes'in ilgilendiği alan, 'yabancılar ve ilticacılar'. Diran Bakar, Türkiye'deki Ermeni vakıflarının avukatı.

Türkiye gibi ulus anlayışı dil temeline dayanan bir ülkede, Almanya öncülüğünde bir 'azınlık hakları' sempozyumu yapılabilmesi, aymazlığın ve aptallığın zirvesi olsa gerek. Zira, 'etnik ulus' düşüncesine Hitler dönemindeki kadar bağlı 'çağdaş' Federal Almanya'nın tanıdığı 'ulusal azınlıklar'ın toplam nüfusu toplam 100 bin kişi!.. Bu rakamın % 60'ı, yani 60 bini Schleswig Eyaletinde oturan Danimarka kökenliler. Almanya Danimarka kökenli yurttaşlarına 'azınlık statüsü'nü mütekabiliyet esasına göre ve daha da önemlisi, galip güçlerin baskısıyla verdi. Geriye kalan 40 bin kişilik 'Sorb azınlığı' ise, istisnasız tamamı kendisini Alman olarak gören insanlardan oluşuyor. Bir başka deyişle Almanya -sırf dış dünyaya azınlık hakları dayatabilmek amacıyla- 'Sorb'ları göstermelik azınlık olarak pazarlıyor. Almanya 'Kopenhag Kriterleri'ni eksiksiz uyguladığı için, 'Sorblar', kendi dillerinde eğitim hakkına sahipler. Ne var ki, 40 bin kişilik 'Sorb azınlığı' içinde 'Sorbça' bilenlerin sayısı iki bin; ilkokullarda 'Sorb dili dersi' alan öğrencilerinki ise, sadece iki yüz civarında. Almanya bu harikulâde 'azınlık' sistemini Türkiye'ye önerirken, 'biz nasıl Sorblara, Danimarkalılara azınlık statüsü verdiysek, siz de aynı hakları Kürtlere ve diğer azınlıklara vermelisiniz' diyor. Not: Museviler, Çingeneler, Polonya asıllılar Almanya'da azınlık kabul edilmiyor. Almanya'da üç milyona yakın Türk toplumunu azınlık olarak kabul etmediği gibi, böyle bir azınlığın doğmaması için, Alman İslâmı projesi uyguluyor". 26

Ayrıca, vakfın işbirliği içinde olduğu diğer dış kuruluşlar arasında, Uluslararası Af Örgütü'nün (Amnesty International) İstanbul Ofisi ve özellikle de Almanya Şubesi 27, İstanbul Orient Enstitüsü, Konrad Adenauer Vakfı ve diğerleri (Kurdish Human Right Projects, ERNK, International Comittee of the Red Cross, International Centre for Human Rights and Democratic Development) başı çekmektedir.

Vakfın ikinci faaliyet konusu, "çevre sorunları" üzerinedir. Vakfın bu konudaki hedefi, Türkiye'de sanayileşmenin, madenciliğin ve enerji kapsamında hidroelektrik santrallerin karşısında, bilimsel ve akılcı bir çevrecilik yerine; salt tepkisel ve duygusal boyutlarda bir çevrecilik hareketine dinamizm kazandırmak ve oluşturulan bu dinamik güçleri, Almanya'nın çıkarları lehinde, Türkiye'ye karşı koz kullanmak olarak özetlenebilir. Bu bağlamda, İstanbul Çevre Konseyi, Doğu Akdeniz Çevrecileri, Batı Akdeniz Çevre Platformu, Karadeniz Çevre Platformu, Karadeniz Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Forumu ile yakın ilişkiler kurulmuştur ve amaca uygun etkinlikler düzenlenmektedir. Böll Vakfı, Almanya'nın ekonomik çıkarları doğrultusunda çifte standart esasına göre faaliyet gösteren sözde çevreci FIAN örgütü ile de paslaşmaktadır 28.

Vakfın üçüncü uzmanlık konusu ise, Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarını, süratle küreselleşmeci NGO çizgisine çekmektir. Örneğin, 15-16 Aralık 2000'de, İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Sosyal Tesislerinde gerçekleştirilen "Türkiye-AB Bütünleşmesinde STK'ların Rolü" konulu 8. STK Sempozyumu'nun ilk çağrısında konumuzla ilgili şu bilgiler verilmektedir: "Sekreteryası Tarih Vakfı tarafından yürütülen bu sempozyumda da, daha önceki yedi sempozyumda uygulanan çalışma yöntemi izlenecek ve ilk gün uzman sunumları, yabancı ülkelerden tecrübe aktarımları ile genel tartışmalar yer alacaktır. İkinci gün ise önceden belirlenmiş konularda atölye çalışmaları gerçekleştirilecektir. Sempozyumun zorunlu giderleri Heinrich Böll Vakfı'nın desteği ve katılımıyla karşılanmaktadır, bu kuruluşa teşekkürlerimizi sunuyoruz".29 Söz konusu sempozyumun Düzenleme Kurulu'nda, Böll Vakfı'nın yanı sıra, Arı Hareketi, Beyaz Nokta Vakfı, Atlanta Ana Merkezi Uzay ve Teknoloji Derneği, ÇareSİZ Hareketi, Doğa ile Barış Derneği, Doğal Hayatı Koruma Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İstanbul Avrupa Gençlik Forumu Derneği, TESEV, Tarih Vakfı, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Yeşil Adımlar Çevre ve Eğitim Derneği, 21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı, Yöret Vakfı gibi sivil toplum kuruluşlarının yer aldığı anlaşılmaktadır. Keza, yine aynı adreste 2-3 Haziran 2001'de toplanan "Sivil Toplum Kuruluşlarında Örgütiçi Demokrasi ve Gönüllülük" konulu 9. STK Sempozyumu'nun Düzenleme Kurulu'nda ise önceki katılımcılara ilâveten Marmara Vakfı da yer almaktadır.30

Böll Vakfı, özetle ifade etmek gerekirse, Almanya'nın emperyalist politikalarından habersiz Türk NGO'larını, "sivil itaatsizlik" bağlamında merkezi otoriteye karşı dinamik bir güç olarak örgütlemeye çalışmaktadır.

2.3. FREIDRICH EBERT VAKFI VE DİĞERLERİ

Böll Vakfı gibi ilgi ve sorumluluk yelpazesi hayli geniş olan Alman vakıflarından bir diğeri SDP'ye bağlı, merkezi Bonn'da bulunan Friedrich Ebert Vakfı'dır.31 Vakfın asli görevlerinden biri, Almanya'daki Türklerin arasında yürütülen çalışmaların yanı sıra, Türkiye'deki faaliyetlerin bilimsel sonuçlarının raporlaştırılarak Alman Hükûmeti'ne sunulmasıdır. Bu raporlara bakıldığında, Ebert Vakfı'nın Alman emperyalizmine mi, yoksa Türk halkına mı hizmet sunmakta olduğu açıkça görülmektedir. 32 Vakfın Türkiye'deki ağırlıklı faaliyet alanı, çalışma ekonomisi ve sendikalar üzerinedir: Türkiye'de iç göç, işçiler, sendikalar, toplumsal ve ekonomik değişim, sendikalarda kadın eğitimi, sendikal eğitim teknikleri, endüstri ilişkileri, işsizlik ve eksik işgücü sorunları, üniversiteler ve sendikalar arasındaki ilişkiler, sosyal demokrat istihdam politikaları gibi konu başlıklarını içeren çok sayıda bilimsel toplantı düzenlenmiştir. 33 Ayrıca, Böll Vakfı'nın konularına girilerek, İslâmi yapılanmalara ilişkin konuların yanı sıra, NGO'lar ve üniversitelerle ortak olarak, etnik tarih, medya, dış politika ve de Avrupa Birliği konularını da içeren konferanslar, paneller, atölye çalışmaları, yayınlar ve benzeri etkinlikler gerçekleştirilmiştir. Ebert Vakfı, Türkiye'deki siyasal partiler içinde en çok CHP ile ilişki içindedir.34

Körber Vakfı ve Georg Ecker Enstitüsü, Türkiye'deki 47 ayrı etnik halk söylemini yaşama geçirmeye yönelik olarak etnik farklılıkların ortaya çıkarılması ve mevcut farkların derinleştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Özellikle Tarih Vakfı'nın projelerine verilen desteğin yanı sıra, Türkiye'de kimlik ve normların değişimi konusu, özellikle Körber Vakfı'nın ilgi alanına girmektedir. Körber Vakfı, Türk-Alman ilişkilerinin geliştirilmesi yolunda, Türkiye'de lise düzeyinden itibaren Alman sempatizanı bir nesil yaratmak gibi geniş vizyonlu (!) bir misyona da sahiptir.35 Friedrich Naumann Vakfı ise, Türkiye'yi etnik ve dinsel açıdan paramparça federal bir yapılanmaya götürecek stratejinin taşeronluğunu üstlenmiştir. Yerel yönetimlerin merkezi hükûmet aleyhine güçlendirilmesi, merkezden kopmak isteyen halkların (!) kendi kaderlerini tayin hakkının ifadesi olarak yerel yönetimleri kullanması, ormancılık, KOBİ'ler, çalışan çocuklar, demokratikleşme, insan hakları gibi konular, Naumann Vakfı'nın etkinlik konuları arasında yer almaktadır. 36 Gerek Almanya'daki ve gerekse Türkiye'deki etnik bölücü yapılanmalara Alman Devleti'nin tüm olanaklarını dolaylı olarak sunan bir başka merkez ise, Tehdit Altındaki Halklar Derneği'dir. 37 Ayrıca, Türkiye'de misyonerlik faaliyeti yürüten Alman merkezleri de mevcuttur. Örneğin, BND kadrolu rahiplerin en ünlüsü olan Wolfgang Jungheim'in temsilciliğini yaptığı Uluslararası Katolik Barış Hareketi, Alman Protestan Kilisesi Konseyi ise, ülke sınırları içinde PKK ile özdeşleştirilen Türk ve Türkiye düşmanı Alevilik hareketinin yanı sıra, başta Süleymancılar, Fethullahçılar ve milli görüşçüler olmak üzere, "Alman İslâmı" yaratma projesi doğrultusunda tüm Sünnî ve Şafiî yapılanmalara lojistik destek sağlamaktadır.38

Dipnotlar:

1. Konrad Adenauer Vakfı ile en yoğun ilişki içinde olan Türk Demokrasi Vakfı'nın yönetiminde, Bülent Akarcalı, Yılmaz Karakoyunlu, Emre Kocaoğlu gibi ANAP mensubu milletvekilleri yer almaktadır. Aynı binadaki bu iki vakıf arasındaki koordinasyonu, Proje Koordinatörü Zuhal Yeşilyurt sağlamaktadır. Vakfın AB projeleri başta olmak üzere diğer enternasyonal faaliyetlerini ise Kamil B. Raif ve Jülide Mollaoğlu yürütmektedir. Konrad Adenauer Vakfı'nın adresi: Ahmet Rasim Sok. No. 27 06550 Çankaya-Ankara. Vakfın telefonları: (312) 440.40.80, Faks: (312) 440.32.48 ve 441.27.82 e-posta: kas konrad.org.tr, kaswulf dominet.in.com.tr Vakfın İstanbul Bürosu ise Yeni Çarşı Cad. No. 52 Beyoğlu adresinde faaliyet göstermektedir. Vakıf Bürosunun telefonları: (212) 249.54.36-91, 292.96.24. Faks: (212) 292.96.25

2. Wulf Schönbohm, "Alman-Türk Dostluğunu Güçlendirme", Cumhuriyet, 23.7.1999. Dr. Wulf Schönbohm, 1941'de Doğu Almanya'da Bad Saarow'da (Berlin) doğdu. Sovyetler Birliği'nden Batı Almanya'ya geçtikten sonra, üç yıl Orduda teğmen olarak görev yapan Schönbohm, kendisini Batı'ya geçiren BfV-BND ekseninde ve kontrolünde "aşırı solcu" kimlikle öğrencilik hareketlerinde rol aldı. Master ve Doktorasını Bonn Üniversitesi'nde yapan Schönbohm, daha sonra "sosyal demokrat" kimlikle CDU'da ve Konrad Adenauer Vakfı'nın bir departmanında yönetici olarak çalıştı. Anayasa'yı Koruma Eyalet Teşkilâtı'nın (LfV) Stutgart Ofisi'nde de çalışan Dr. Wulf Schönbohm, 1997'den bu yana Türkiye'de K.A.V. Temsilcisi olarak görev yapmaktadır. Schönbohm, Dr. Günter Seufert ile birlikte, Türkiye'de ikâmeti acilen gözden geçirilecekler arasında yer almaktadır.

3. ABD, Feurstein'i Dr. Neal Acherson'un "Black Sea" adlı kitabıyla tanıdı. Kitabın 7. Bölümü şu cümlelerle başlamaktaydı: "Laz memleketine ulaşmak için 75 km. kadar Trabzon'un doğusuna gitmek gerekir. Fırtına nehrinin mavi yeşil akan suları köpürerek taşların üzerine dökülür, Ardeşen'den önce bir köprü görünür. Pontus Alplerinin zirvelerinden gelen bu su Kaçkar Dağından çıkar. Bu Laz adıdır, Lazlar ve Hemşinliler Türk değildir.... Karaormanların Schopflock köyünde yaşayan Wolfgang Feurstein adında bir Alman Akademisyen, 1960'larda Lazların memleketine gitti. Bir millet yaratmak istiyordu". BND, bir millet yaratma (!) çabası sergileyen Wolfgang Feurstein'a bir de "Güney Kafkas Dilleri ve Kültürleri Derneği" kurdurmuştur (1992). Laz alfabesi ile basılan kitap ve dergiler de, mevcut iki dernekte olduğu gibi, BND bütçesinden finanse edilmektedir. Aynı şekilde, Pontus amacına yönelik faaliyet yürüten örgütlerin ve web sitelerinin yarısından çoğu Almanya'da bulunmaktadır. Ayrıca bkz. Ali İhsan Aksamaz, Dil-Tarih-Kültür-Gelenekleriyle Lazlar. (İstanbul: Sorun Yayını, 2000).

4. Çok sayıdaki müşterek etkinliklerden rastgele seçilmiş birkaçı: K.A.V.-Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile birlikte 1998'den bu yana her yıl düzenlenen "Yerel Gazetecilik Ödülü" yarışmasının (birinciye 2000 DM.) yanı sıra, her yıl bölge bölge "Yerel Gazetecilik Meslekiçi Eğitim Seminerleri" düzenlenmektedir. Örneğin, 1997'de Çorum'da düzenlenen seminere, Amasya, Ardahan, Artvin, Bartın, Bayburt, Bolu, Çankırı, Erzurum, Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Karabük, Kars, Kastamonu, Kırıkkale, Ordu, Rize, Samsun, Sinop, Sivas, Tokat, Trabzon, Yozgat ve Zonguldak illerinden gelen yerel gazete sahipleri katılmışlardır. 9-10 Temmuz 1998'de İsparta'da gerçekleştirilen ve Akdeniz-Ege bölgesindeki yerel gazetecilerin katıldığı "6. Yerel Medya Meslekiçi Eğitim Semineri", katılımcılar açısından rekor düzeyde olmuştur. 7. Seminer, 10 Ekim 1998'de Elazığ'da (9 ilden 70'e yakın gazeteci katılımı ile) gerçekleştirilmiştir. 25 Haziran 1999'da ise Kütahya'da "12. Yerel Televizyonculukta Meslekiçi Eğitim Semineri" düzenlenmiştir. Oldukça eski bir kuruluş mâzisine (10 Haziran 1946) sahip olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin K.A.V. ile işbirliğinin tarihçesi, ancak 1997 yılına dayanmaktadır. Bu işbirliğini kanıtlayan 14 kitap yayınlanmıştır. K.A.V., 22-23 Haziran 2000'de, yine Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Alman-Türk Vakfı ile müştereken Antalya'da "İhtilâfların Azaltılmasında Medyanın Rolü" konulu bir seminer düzenlemiştir. Bu seminere, BND Türkiye ve Balkan uzmanlarından Jean Pierre Froehly, Alman Dışpolitika Kurumu adına konuşmacı olarak katılmıştır. "Deutsche Welle"den Türkiye karşıtı yazılarından tanıdığımız Dieter Weirich'in ve K.A.V. Türkiye Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm'un yanı sıra, Yunanistan'dan akademisyen ve gazeteciler de konuşmacılar arasında yer almışlardır (Türkiye'den Zaman gazetesi Danışma Kurulu üyesi Şükrü Elekdağ, Alpay Şahin, Nail Güreli vd.).

K.A.V., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya İzleme Grubu ile müştereken hazırlanan "Türkiye'de Medya ve Seçimler" başlıklı araştırma sonuçlarını 1999'da kitap olarak bastırmıştır. Aynı şekilde istihbari değer ve önem taşıyan "Media Scape Türkiye 98" Raporu, Kültür-İletişim Haritası da K.A.V. katkıları ile ortaya çıkarılmıştır (tıpkı gizlilikle yürütülen Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Gen Haritasının çıkarılma çalışmaları gibi). TİSK ile müştereken yapılan "AB ve Türkiye'de Sosyal Diyalog, Ekonomik ve Sosyal Konseyler Semineri" ise 14-15 Haziran 1996'da Ankara'da gerçekleştirilmiştir. Türk Belediyecilik Derneği ile de çok sayıda işbirliği yapılmıştır: "Yerel Yönetimlerin Ekonomik İşlevleri" konulu sempozyuma sunulan tebliğler, 1993'de kitap haline dönüştürülmüştür. Aynı şekilde, Türk Belediyecilik Derneği ile ile 27 Kasım 1998'de Ankara Sheraton Oteli'nde "Yerel Yönetimler ve Organize Sanayi Bölgeleri" konulu bir panel gerçekleştirilmiştir. Türk Demokrasi Vakfı ile "Demokrasi Eğitimi Projesi" dahilinde çok sayıda konferans, panel ve sempozyum düzenlenmiştir. Aynı şekilde, "Türk Alman Parlamenterler Semineri", "Türk Alman Gazeteciler Diyaliz Programı" kapsamında çok sayıda etkinlik gerçekleştirilmiştir. Farklı konularda da etkinlikler düzenlenmiştir. Örneğin, 18 Aralık 1997'de "Türkiye'de ve Almanya'da Sosyal Güvenlik Sistemleri Reformu" toplantısı gibi. Almanya'da da gerçekleştirilen etkinlikler de söz konusudur (Berlin'de düzenlenen "Türkiye-AB" konulu toplantı gibi). Keza, merkezi Almanya Hessen'de bulunan ve finansmanı Federal Bütçeden sağlanan Türkiye Araştırmalar Merkezi ile K.A.V.'nın 21 Haziran 1999'da gerçekleştirdiği "Almanya'daki Türk Gençliği" toplantısı, Alman Kültürevi'nde yapılmıştır. Ayrıca, 1995'den bu yana yine Türk Demokrasi Vakfı ile birlikte yürütülen ve halen devam etmekte olan projeler bulunmaktadır: Örneğin, "Demokrasi ve İnsanı Kalkındırma Projesi" (DİKAP), turizm etkisindeki kırsal bölgeler, büyük kentlerdeki gecekondular, dağ köyleri ve sosyo-ekonomik yapıları güdümlü olarak değişime tabi tutulan yörelerde, bir başka ifadeyle en çok ajitasyona ve provokasyona açık bölgelerde uygulanmaktadır. Aynı şekilde, insan hakları, demokratikleşme, işkence gibi söylemlerle Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter yapısını ve laik hukuk sistemini ortadan kaldırmaya çalışan örgüt ve tarikat-cemaatlara "göz kırpan" bir diğer proje de "Demokrasi ve İnsan Haklarını Güçlendirme Halk Eğitimi Projesi"dir (DİHGHEP). Bu projede 100 öğretim elemanının çalıştırılması (legal çıkar sağlanması) öngörülmektedir.

5. Türkiye'de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar. (Ankara: Konrad Adenauer Vakfı Yayını, 2001), s. 5.

6. a.g.e., s. 57-70.

7. Dr. Christian Rumpf'ın, tüm Alman ırkçı kamu görevlileri (istihbaratçılar, diplomatlar, hukukçular, sendikacılar, misyonerler, gazeteciler vd.) gibi, ülkelerinde yaşamakta olan 2.5 milyonluk Türk Toplumunun, başta parçalanmış aileler, çocuk yardımı, seçme-seçilme, Türkçe eğitim ve öğretim hakları gibi temel insan hak ve özgürlüklerine getirilen kısıtlamalara hiç atıfta bulunmadığı görülmektedir. Bkz. a.g.e., s. 129-43.

8. Yıl 2000 - Konrad Adenauer Vakfının Türkiye'deki Faaliyetleri, s. 3.

9. a.g.e., s. 4. Mesut Yılmaz, Konrad Adenauer tarafından 25 Haziran 1997'de Almanya'ya Bonn'a götürülmüştür. Mesut Yılmaz'ın Alman vakıfları tarafından kaç kere Almanya'ya davet edildiği bilinmemekle birlikte, Almanya'da vakıflarca ağırlanan ilk ve tek parti lideri olduğu kesin. Kendisi, aynı zamanda Alman parlamenterlerin rahatça ziyaret edebildikleri bir isim. Tıpkı, aşağıdaki haberde olduğu gibi: "Madam Roth Memnun Kaldı- Türkiye'ye her seyahatinde yaptığı açıklamalarla tepkilere yol açan Alman Yeşiller Milletvekili Claudia Roth, dün Mesut Yılmaz ile yaptığı görüşmeden memnun ayrıldı. Roth, Başbakanlık'taki görüşmeyi, 'yoğun, ayrıntılı ve açık sözlü' şeklinde tanımlayarak, 'azınlıklar' konusunun da konuşulduğunu söyledi. Yılmaz'ın daha önce 'AB'ye giden yol Diyarbakır'dan geçer' sözlerine atıfta bulunan ve bu çerçevede 'Kürtlerin kültürel haklarını da' konuştuklarını belirten Roth, 'Yılmaz, bana Kürtçe TV ve radyo yayınlarının yapılmasına karşı olmadığını söyledi' dedi. Görüşmede, idam cezası konusunun da ele alındığını anlatan Roth, 'Yılmaz, Türkiye'de siyasi yetkililerin ölüm cezası kaldırılmadan AB'ye üyeliğinin mümkün olmayacağının bilincinde olduğunu söyledi' dedi. Bu çerçevede insan haklarını da ele aldıklarını belirten Roth, Yılmaz'ın af konusunda, 'Af toplumsal barış açısından fevkalâde önemlidir' yorumunda bulunduğunu aktardı" (Hürriyet, 23 Kasım 2000). Kaldı ki, Mesut Yılmaz'ın Almanya'nın Türkiye'deki etnik ve dinsel farklılıklara yönelik emperyalist politikalarının yanı sıra, Alman politikacılarının bu yoldaki saldırgan tavır ve söylemlerini eleştiren ya da Almanya'daki Türk Toplumuna uygulanan ayrımcı ve baskıcı uygulamalara karşı çıkan söylemleri hiç olmuş mudur? Arşiv taramasında böyle bir bulguya rastlanamamıştır. Tıpkı, Claudia Roth'un "Sömürge Valisi" edasıyla yaptığı şu açıklamalarına Başbakan Yardımcısı olarak tepki vermemesi gibi: "Kürtlerin Kürtçe yayın hakları olduğuna inanıyorum. Herkesin anadilini konuşması hakkıdır. Kürtlerin kültürlerinin garanti altına alınmasını talep ediyorum. Bugün Diyarbakır'da çok güzel bir hava var. Kürt güneşi parlıyor. Bu güneşin barış getirmesini umuyorum. Bu güneşten bir parça hapiste bulunan arkadaşım Leyla Zana'ya gönderiyorum. Çıkarılan af sadece belli bir kesimi değil, hapiste bulunan Kürtleri ve Leyla Zana'yı da kapsamalıdır. Olağanüstü Hal tekrar uzatıldı. Bunu iyi bir gelişme olarak değerlendirmiyorum. Türkiye aynı zamanda etnik ve azınlık gruplarının insan hakları konusunda önemli rol oynamaktadır... Diyarbakır Belediye Başkanı Feridun Çelik iyi bir yönetici ve iyi bir büyükelçi olabileceğine inanıyorum".

10. a.g.e., s. 3. Almanya'nın Türkiye'deki etnik farklılıklara gösterdiği derin ve anlamlı (!) ilginin en önemli kanıtı için bkz. Peter Alford Andrews - Rüdiger Benninghaus, Ethnic Groups in the Republic of Turkey. (Wiesbaden: 1989). Ayrıca Tübingen Üniversitesi'nin pafta pafta etnik haritaları da görülmeye değer.

11. 28.6.2000 Tarihli Hürriyet Gazetesinde yayınlanan haber (yorumsuz): "Alman Elçi'ye Apo'lu Slogan - Diyarbakır'da tamamı Alman Kalkınma Bankası'ndan sağlanan finansmanla projelendirilen 39.5 milyon marklık Atıksu Arıtma Tesisleri'nin temel atma töreni, HADEP'in mitingine dönüştü. Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt'in eşi Utto'yla birlikte katıldığı temel atma töreninde, 'Apo'ya özgürlük' sloganı atıldı. Nüfusu 1 milyonu bulan Diyarbakır'da altyapı sorunlarının giderilmesi amacıyla Almanya tarafından finansmanı sağlanan Atıksu Arıtma Tesisi'nin temel atma törenine katılan davetliler, HADEP bayrakları ve sarı, kırmızı, yeşil renkli flamalar eşliğinde zafer işaretleri yaparak halay çekti. Tören alanında 'Çözüm idam değil, demokratik cumhuriyet', 'Anadilde eğitim', 'İdama hayır, tutsaklara özgürlük', 'Sorunumuz ekonomik değil, siyasidir', 'OHAL ve koruculuk kaldırılsın', 'Yaşasın demokratik cumhuriyet' pankartları açıldı. Törende bir konuşma yapan Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt, Güneydoğu'da şiddetin etkisini yitirmeye başladığını belirterek, barış için tüm engellerin kalkması gerektiğini söyledi. Daha sonra kürsüye gelen HADEP'li Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Feridun Çelik, dürüst ve şeffaf bir anlayışla hizmet yürütmelerine rağmen, sayısız engellerle karşılaştıklarını ileri sürdü, 'Türkiye'de hiçbir belediyenin maruz kalmadığı ön yargılı tutum ve davranışlarla karşı karşıyayız' dedi. Yapılan konuşmalardan sonra havai fişekler atıldı, havaya güvercin uçuruldu". Tabii ki, Dr. Schmidt bu konuşmasında, Almanya'da bulunan 100.000'den fazla PKK mensubuna kendi sınırları içinde ve dışında verilen lojistik destekleri; ERNK'ya sağladıkları diplomatik ayrıcalıkları; göz yumdukları sığınmacı, narkotik madde, beyaz kadın ticaretini ve haraç toplama eylemlerini ve benzeri düşmanlık örneklerini elbette ki sıralayamazdı. Ya da PKK'nın Türk güvenlik kuvvetlerine karşı kullandığı, herhalde barışa katkı (!) için imal edilen Alman mayınları ile hayatını ya da organlarını kaybeden binlerce şehidimizi ve gazimizi de anamazdı...

12. Yıl 2000 ... s. 5.

13. Yıl 2000 ... s. 5. Görüleceği üzere, Almanya, "arka bahçesi" olarak nitelendirdiği bölgedeki tüm siyasal-ekonomik organizasyonlara bir şekilde dahil olmanın yolunu bulmaktadır. Üye olamamasına karşın Almanya, DEİK içinde Türkiye'den daha fazla yönlendirme gücüne sahip bulunmaktadır.

14. Yıl 2000 ... s. 6. Ayrıca bkz. dpn. 15.

15. 1. Yerel Gazetecilik Yarışması "Ödül ve Mansiyonlar" Türkçe; 2. Yerel Gazetecilik Yarışmasında "Ödül ve Mansiyonlar" (Türkçe); Almanya ve Türkiye'de Yerel Gazetecilik (Türkçe); Mutlu Binark-Barış Kılıçbay, Tüketim Toplumu Bağlamında Türkiye'de Örtünme Pratiği (Türkçe); Hüsnü Erkan, Türkiye İçin Sosyal Piyasa Ekonomisi (Türkçe); Türkiye ve Almanya'da İslam Din Dersi Tartışmaları (Türkçe); Ionna Kuçuradi, Türkiye'de İnsan Haklarına Saygı İçin Eğitim (Türkçe); Kemal M. Öke-Ünal Mütercimler, Globalleşme ve Türkiye (Türkçe); Özelleştirme ve Mali Gücün Güçlendirilmesi-21. Yüzyılda Yerel Yönetimler (Almanca-Türkçe); XIV. Alman-Türk Gazeteciler Semineri-Türkiye ve Almanya'da Gazetecilikte Etik (Almanca-Türkçe); Paul-Josef Raue-Wolf Schneider, Gazeteciliğin El Kitabı (Türkçe); Hermann Schlapp, Gazeteciliğe Giriş (Türkçe); Türkiye ve Avrupa'da Gençlik (Türkçe) ve Türkiye'de Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar (Türkçe). Konrad Adenauer Vakfı'nın 1999'da yayınladığı kitaplardan en ilginç olanı World, Islam and Democracy. İngilizce yayınlanan bu kitapta, Fethullahçılara yakın söylemleriyle dikkati çeken isimlerden Prof.Dr. Mehmet Aydın, Prof.Dr. Şerif Mardin, Dr. Nilüfer Narlı'nın yanı sıra, Konrad Adenauer Vakfı'nın Mısır Temsilcisi Dr. Thomas Scheben ile Hannover Üniversitesi'nden Prof.Dr. Peter Antes ve de tabii ki Prof.Dr. Ionna Kuçuradi'nin bulunması, kesinlikle şaşırtıcı gelmemektedir. Vakfın, 2001 yılı içinde çıkardığı kitapların en ilginci ise, Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik. (Ankara: K.A.V. Yayını), 127 s.

16. İstanbul Taksim'de Armada Oteli'nde gerçekleştirilen bu etkinlikte, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt ve Dr. Wulf Schönbohm'dan başka, iki Alman konuşmacı tebliğ sunarak katılmıştır (Stefan Kohler ve Gerd Ketelhake). Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı adına da Müsteşar Doç.Dr. Halil Yurdakul Yiğitgüden tebliğ sunmuştur.

17. Söz konusu etkinlik, İstanbul'daki Goethe Enstitüsü'nün Galipdede Cad. No. 85 Tünel-Beyoğlu adresindeki eski merkezinde gerçekleştirilmiştir. İki katılımcıdan biri Prof.Dr. Mete Tuncay (Bilgi Üniversitesi), diğeri Prof.Dr. Norman Stone'dur (Bilkent Üniversitesi).

18. Bu etkinlik de İstanbul-Taksim Armada Oteli'nde gerçekleştirilmiştir. Toplantının düzenleyicileri arasında K.A.V.'nın yanı sıra, Türk Demokrasi Vakfı, Arı Hareketi ve Uluslararası Kongre de bulunmaktadır. ABD "derin devleti"nin üçüncü dünya ülkelerine yönelik faaliyetlerde kullandığı "Demokrasi İçin Ulusal Fon"a (NED) bağlı National Democracy Institute tarafından desteklenen Türk Demokrasi Vakfı ve TESEV'in yanı sıra, "Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitü" (IRI) tarafından proje bazında desteklenen Arı Hareketi, söz konusu etkinliği K.A.V. ile düzenlemekle, uluslararası hareket alanlarını ve vizyonlarını (!) genişletmiş olmaktadırlar. Bu toplantının katılımcıları arasında yer alan TESEV'in Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Argüden'in, ünlü RAND Şirketi'ne bağlı RGS (The Rand Graduate School)'da doktora yaptığı öne sürülmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Yıldırım, "Şifre Çözücü: Project Democracy (4)", Müdafaa-i Hukuk, 33: Mayıs 2001, s. 50-51.

19. Bülent Akarcalı, "Batıyla İlişkilerimiz", Cumhuriyet, 4.8.1999. Bülent Akarcalı, bu açıklamayı Atatürk döneminde yapmış olsaydı, hiç şüphesiz -bu doğrultudaki icraatlarıyla birlikte- derdest edilerek İstiklâl Mahkemesi'ne sevk edilirdi. Hiç şüphesiz, Atatürk döneminin koşulları ile günümüz koşulları bir değil. İnsanlar, kurumlar, kavramlar, değerler genel olarak sürekli değişim halinde. Bu bağlamda demokrasi ve hoşgörü kavramı ne kadar değişip gelişse de, aile kavramı gibi, vatan kavramı gibi, devlete sadakat kavramı gibi, ulusal onur ve gurur gibi, bayrağa saygı gibi, tam bağımsızlık gibi kavramlar hiç değişmiyor. Tıpkı ABD'de, Almanya'da, İngiltere'de olduğu gibi. Değişirse de, ancak Bülent Akarcalı gibi olunuyor... Akarcalı'nın K.A.V. ile ilişkisi hakkında küçük bir bilgi: "Bülent Akarcalı dostumuz, Bilgi Üniversitesi'ne bir grup Alman parlamenter getirdi. 'Konrad Adenauer Vakfı' tarafından gönderilmişler. Merkez Sağ'ın biri ülke çapında, diğeri yalnızca güneyde söz sahibi -CDU (Hıristiyan Demokrat Birliği) ve CSU (Hıristiyan Sosyal Birlik) çıkışlılar. Aralarından bazıları da Doğu Almanya kökenli" Halit Kakınç, "Türkiye... Almanya...", Star, 1.05.2000.

20. Genel Merkezi Berlin'de bulunan Heinrich Böll Vakfı'nın İstanbul Temsilcisi olarak gösterilen Figen Uğur, vakfın sadece sekreterya işlerine bakmaktadır. Adresi: İnönü Cad. Hacıhanım Sok. 10/12 Gümüşsuyu Taksim-İstanbul. Telefonları: (212) 249.15.54 ve 293.05.45. e-posta: hbsist superonline.de

21. Rüşvetin belgesi olur da Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet belgesi olmaz mı? Elbette olur. Heinrich Böll Vakfı'nın sponsorluğunda gerçekleştirilen bir panelde dağıtılan tipik bir belgeden rast gele alıntılar:

"Araştırmanız sırasında insan haklarının bozulması konusunda bilgi toplarken, askeri veya polis birliğinin hangi bölümünün bu işle ilgisi olduğunu sorunuz. Biz suçlu, suçun mahiyeti, hangi tarihte işlendiği, suçun nerede işlendiği ve kurbanın adı hakkında bilgi toplamağa çalışıyoruz.

Eğer doğrudan bir birliği tespit edemezseniz, birliğe işaret edebilecek başka bilgiler toplamağa çalışınız. Örneğin: Ne tip silahlar kullanıldı? Askeri birlik operasyonunu hangi şehirden yürüttü? Üssü neredeydi? Askerler hangi yoldan ilerlediler? Üniformaları nasıldı? Onların üniformalarının üzerindeki rütbeler ve araçlarının üzerindeki işaretler nelerdi?

Bilgilerinizi şu adrese gönderiniz: Officer for Turkey, Department of Democracy, Human Rights and Labor, United States Department of State, Washington, DC 20520.

Bu belgede, Türk vatandaşlarından Türk Silahlı Kuvvetler ve Polis Teşkilâtı mensupları hakkında -muhbirlik değil- resmen casusluk yapmaları istenilmektedir. Kim tarafından? Sözde dost ve müttefik ABD tarafından. Türk insanını ülkesi ve devleti aleyhine casusluğa azmettiren bu Türkçe belge, gizli yöntemlerle mi dağıtılmaktadır? Hayır!.. Tam aksine halka açık mekânlarda, izinli toplantılarda, tarikat ve cemaat mekânlarında, kamu kurum ve kuruluşlarında, legal dernek ve siyasal partilerde, kısaca hemen her yerde. Sorumluları hakkında MİT, Emniyet ya da Cumhuriyet Savcılıklarınca başlatılmış ya da hâlâ sürdürülmekte olan -bilinen- resmi bir takibat söz konusu mudur? Kesinlikle hayır!..

Bu belge, şu gerçeği ortaya koymuştur: Türkiye, çok acıdır ama bir casus cennetidir. ABD, Almanya, İngiltere, İran ve benzeri ülkelerin casusları, Türkiye söz konusu olduğunda, almış oldukları eğitimlerindeki "gizlilik" gibi teknik düzeydeki temel hususları bir kenara bırakarak, pervasızca "icra-i faaliyet" gösterebilmektedirler. Anlaşılan, casus-etki ajanı bulmak için klasik yöntemlere, örneğin, Fulbright, Konrad Adenauer, Heinrich Böll, Georgetown, Hoover, Tubingen gibi vakıf, enstitü, üniversitelerde özel seçime ve eğitime gerek kalmamıştır. Çünkü, ülke yönetiminde mevcut yerli işbirlikçilerinin sağladıkları "dokunulmazlık" sayesinde casusluk mesleği, tekniğe ihtiyaç duyulmayacak yöntemlerle adeta arabeskleştirilerek dejenere edilmiştir, tabiri caizse ayağa düşürülmüştür. Nasıl mı? Gönüllü casus aday adaylarının irtibat kurabilecekleri adres ve telefonlar verilerek!.. İşte, Washington'da telefonla ulaşabileceğiniz iyi derecede Türkçe bilen resmi görevlinin adı Mauerau Greenwood. Kendisiyle görüşmek, pardon Türk Silahlı Kuvvetleri'ni ve Türk Polisi'ni şikâyet etmek için önce 600 Pennsylvannia Avenue. SE, 5. Washington DC 20003 adresindeki "Amnesty International USA" binasına giderek 5. kattaki odasında yüz yüze konuşabilirsiniz. İsterseniz, (202) 544.02.00 nolu telefondan dahili 222 numaralı telefonu isteyerek bizzat bir ön görüşme ile randevu da alabilirsiniz. Diyelim ki, Türkiye'desiniz. Ve yol paranız yok, ABD sefaretinden vize alabilmek için deklare edebileceğiniz bir mal beyanına da sahip değilsiniz. İşte bu durumda, çaresiz olduğunuzu hiç düşünmeyin, çünkü Greenwood ile ön görüşmeyi yaptıktan itibaren CIA'nın "müşfik kanatları" tarafından şefkatle (!) sarıldığınızı ve tüm kapıların -Delta ve TWA'ya ait uçak kapıları dahil- size açıldığını görürsünüz.

... Her neyse, biz yine sözkonusu belgemize dönelim. Diyelim ki, ABD'ne gitmek için şartlarınız uygun değil. Üstelik ille de Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet etmek ya da en azından devletinizi gammazlamak istiyorsunuz. Belge, size bu olanağı da hazır altın tepsi içinde sunuyor. Hem de İngilizce bilmenize bile gerek yok. Türkçe ihbar mektubunuzun formu bile hazır:

MEKTUP ÖRNEĞİ

(BURAYA TARİH KOYUN)

Sayın Madeleine Albright

Dışişleri Bakanı

Amerika Birleşik Devletleri Dış İşleri Bakanlığı

Vaşington, DC 20520

Sayın Bakan Albright,

Dış Operasyonlara Ödenek Ayrılması hakkındaki kanunun 570 ci maddesi olan Leahy Kanunu ile ilgili olarak bir güvenlik birliği tarafından insan haklarına aykırı hareket edildiği dikkatimizi çekmiş bulunuyor. Bu kanıt konusunda size bilgi vermek istiyor ve burada adı geçen birliğe Leahy Kanunu'nun uygulanıp uygulanmaması gerektiğine karar vermek amacıyla bir tahkikat başlatılmasına gereğini arz ediyoruz.

(BELİRLİ GÜVENLİK BİRLİĞİNİN İNSAN HAKLARINA AYKIRI DAVRANMASI HAKKINDA DETAYLI BİLGİYİ YAZIN)

Bu konuyu gözden geçireceğiniz için çok teşekkür ediyoruz.

(İMZALAYIN).

Dört sayfalık bu ihanete azmettirici belgenin alenen dağıtıldığı ilk yer, İstanbul Barosu'nca düzenlenen uluslararası bir toplantı. Toplantının davetlilerine bakıldığında, hiçbirinin bu belgenin içeriğine ters düşmeyecek isimlerden oluştuğu görülüyor: Anne Burley (Amnesty International USA Avrupa Seksiyonu Başkanı), Yücel Sayman (yorumsuz), Akın Birdal (yorumsuz), Yılmaz Ensaroğlu (yorumsuz), P. Dankert (Avrupa Parlamentosu Türkiye Delegasyonu Başkanı), Derek Evans (A.I.-USA Avrupa Seksiyonu Sekreteri), Şanar Yurdatapan (yorumsuz), Helsinki Yurttaşlar Derneği, HADEP, İHD, Mazlum-Der gibi kuruluşların Güneydoğu şube yöneticileri, Almanya Dış İstihbarat Servisi BND'nin kontrolünde Türkiye'de etnik ve dinsel bölücülükle doğrudan ilgili espiyonaj ve provokasyon faaliyetlerini sürdüren, Türkiye'nin Güney Doğusunda "Kürdistan"ı ve de başkenti olarak da Diyarbakır'ı "de facto" pozisyonunda kabul ve ilân eden Konrad Adenauer Vakfı ile Heinrich Böll Vakfı temsilcileri-uzmanları ve daha pek çokları.... Türkiye, bu haliyle -pardon vurdumduymazlığıyla- dünyanın özgürlükleri en sınırsız ülkesidir. Türkiye, Cumhuriyeti özgürlükler adına yıkmaya çalışanların, savunmaya çalışanlardan daha özgür ve güçlü olduğu garip bir ülkedir. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesi, ABD ve AB ülkeleri dahil, kamu güvenliği gerekçesiyle kayıtlara geçmiş, sürekli izlemede tutulan bireylerine sınırsız özgürlük tanımazlar. IRA taraftarı olduğundan kuşku duyulan birinin sözde özgür ve özerk BBC'den konuşma yapması mümkün değildir, hatta dolaylı haber olarak bile verilmesi olanaksızdır. ABD'nde "sol" damgası vurulan aydınların maruz kaldıkları baskılar (taciz ölçüsünde izleme, kamu görevi ve askerlik yaptırmamak, pasaport sınırlamaları vd.) artık hiç kimsenin meçhulü değildir. Keza, kamu düzeninin korunması, Almanya'da Anayasa dokunulmazlığı ölçüsündedir; rejim karşıtlarının tipik ve bilinen bir örnek olarak Bader Meinhoff çetesi üyelerinde olduğu gibi yaşama hakları bile söz konusu edilemez ve kimse de Alman Devleti'ni imalı biçimde bile olsa suçlayamaz". Ayrıntılı bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, "Siyasal Gerekçeleri ve ABD Örneği Çerçevesinde Ulusal Andıç Raporu", Yeni Hayat, 74: Aralık 2000, s. 20-39; http://www.neciphablemitoglu.cjb.net/

22. Heinrich Böll Vakfı'nın en önemli partneri Mazlum-Der, anlaşılan yukarıdaki örnekten aldığı esinle, kendi ihbar hattı projesini yaşama geçirmiştir. (212).534.22.47 No.lu telefon, ihbarlara tahsis edilmiştir (ihbarlarda kullanılacak e-posta adresi ise şöyle: ihlalihbarhatti@hotmail.com). Dernekte oluşturulan "Hak İhlallerini İzleme Komitesi", 16 Mart-15 Mayıs tarihleri arasında, ihlal ihbar hattına yapılan 155 başvurunun, 90'ını "inanç özgürlüğü" yani üniversitelerdeki türban yasağı uygulaması ile ilgili olduğunu saptamıştır. İhbarların dağılımına bakıldığında, en az şikâyet başvurusunun yapıldığı bölge, sadece 4 adet ihbarla Güneydoğu Anadolu Bölgesidir. Oysa, Almanya'daki ırkçılığı, insan hakları ihlâllerini gündeme getiren, eleştirip yargılayan, uluslararası baskı talep eden bir tek Alman vakfı ya da derneği görülemez. Türkiye'ye insan hakları dersi vermeye gelen Alman vakıflarının yok saydığı gerçeklerden bazıları, hem de Almanya'da yaşayan bir Cumhuriyet aydınının kaleminden: "... Irkçılığı göğüslemek, AB'deki yurttaşlarımızın günlük hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu gerçeği diri diri yakılarak öğrendiler. İkinci sınıf konumundadırlar. Çağdaş toplumda olması gereken en temel yurttaşlık hakları yoktur. Irkçılık Avrupa merkezli, Batı kaynaklıdır. Irkçılığın Avrupa ülkelerindeki bugünkü biçimi yabancı düşmanlığıdır. Gelişmekte olan ülkelerden çalışmak için Avrupa'ya gelen emekçilere karşı sistemli olarak yürütülmektedir. Irkçılık en yaygın biçimiyle Almanya'dadır ve esas olarak yurttaşlarımızı hedef almaktadır.... Almanya'da tespit edebildiğimiz kadarıyla 15 adet aşırı sağcı ve NAZİ partisi, ayrıca da birçok mahalli dazlak grubu vardır. Bu partilerin 1993'te üye sayıları 100 bin civarında idi ve bir o kadar satan yayın organları vardı. Bugün bu örgütlerin üye sayıları oldukça artmış durumda. Ordu ve polis içinde çok sayıda kayıtsız üye ve taraftarları var.... Almanya'da 1983-1986 arası dört yılda, yıllık ırkçı saldırı ortalaması 119'dur. 1990-1993 arası yıllık saldırı ortalaması ise 1580'dir. Yani Büyük Almanya ile birlikte yurttaşlarımıza yönelik saldırılar on misli artmıştır.... Irkçı saldırılara dönersek, 1999'a göre 2000'de Türklere yönelik saldırılarda % 20 artış oldu.... Sık sık yurttaşlarımıza ait işyerleri kundaklanmaktadır. Duvarlarda 'Türkler defolun', 'yabancılar defolun' gibi sloganlar her tarafta görülebilir. Yaygın bir saldırı biçimi de tehdit ve aşağılamayı içeren mektuplardır. Bu mektuplarda, kapitalist-emperyalizmin biçimlendirdiği insan müsveddelerinin sefilliği görülür. Gençlerin sık sık uğradığı diskoteklerin önünde nöbet tutanlar, 'kara kafaları' geri çevirir.... Avrupa medyasının yabancı ve Türklerle ilgili bütün haberlerine ırkçılık çok ince ve sinsi bir şekilde gizlenmiştir. Örneğin, istenmeyen bir olaya karışmış Türk kökenli bir gencin haberi öncelikle kökenine vurgu yapılarak veriliyor. Oysa gençlerin bir çoğu Alman pasaportu taşıyor. Medyada çok yoğun olarak ülkemiz aleyhinde yayın yapılıyor. İnsan hakları, etnik sorunlar, Ermeni sözde soykırımı, Kürt sorunu, inançlara baskı yapılması vb. gibi.... Aydınlık'ta haberi yayınlandı, 7 Alman gazetesinde sadece dört gün içinde ülkemiz ve yurttaşlarımız aleyhinde 65 haber ve yorum çıkmış. İçeriğinde, Türkiye'ye karşı insan hakları sopası sallanıyor, ordu ve 28 Şubat hedef alınıyor, Türklerin İslâm'ı en iyi Almanya'da yaşadığı yazılıyor.... Almanya'nın geleneksel politik güçlerini oluşturan Birlik Partilerinin (CDU ve CSU'nun) yürüttükleri 'yönetici' veya 'hakim-üst kültür' (Leit Kültür) tartışması da, ırkçılığın derinlere inen köklerine işaret etmektedir. 'Alman İslâmı', 'Kürt politikası', 'Ermeni Soykırımı tasarıları' ve her türlü kültürel-etnik farklılıkları kaşımaları, mülteci solu ajanlaştırıp Türkiye aleyhine çeşitli biçimlerde yönlendirilmeleri, ırkçılığı besleyen etmenlerdir. Bu politikaları irdelediğimizde, ırkçılığın öyle münferit saldırılardan ibaret olmayıp, ulusal devlet bilincimiz, ulusal kültürümüz ve dilimizi hedef alan Almanya ve Batı'nın geleneksel politikasından kaynaklanan derin köklere sahip olduğunu görürüz.... Yeşiller ve Sosyal Demokratların 'çok kültürlü toplum' (multikültürel) projesiyle üst kültür kavramı birbirini tamamlıyor. 'Her kültür ve farklılığa saygı göstermek' gibi lanse edilen bu kavram, ezilen dünyanın etnik ve dinsel farklılıklarının kurcalandığı bir proje olarak hayata geçmektedir. Bu teorinin şampiyonluğunu yapan Yeşiller, Yugoslavya'nın parçalanmasının mimarlarından olan Fischer gibi politikacılar çıkarttı. Alman medyası ve bu politikayı savunan çevrelerde, özellikle Atatürk ve ulus devletle ilgili her türlü kavram saldırıya uğrayıp aşağılanmaktadır. Daniel C. Bendit ve Claudia Roth gibi ülkemize ve sorunlarına tam bir sömürge valisi ve misyoner gibi yaklaşanların bu teorilerin baş savunucuları olması, durumu yeterince açıklamaktadır. 'Multikültür' kavramı, vatandaşlarımızın ulusal kültür bilincini parçalarken, 'üst kültür' kampanyası, bunun yerine Avrupa'nın emperyalist kültürünü pompalıyor". Geniş bilgi için bkz. Ali Mercan, "Avrupa'da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı", Teori, Şubat 2001, s. 57-66.

23. Heinrich Böll Vakfı, bir diğer vazgeçilmez partneri İstanbul Barosu'nun Kadın Hakları Uygulama Merkezi, Amerikan Başkonsolosluğu Basın Kültür Merkezi ve British Council ile 11-13 Mart 2000'de "Kadına Yönelik Cinsel Şiddete Karşılaştırmalı Hukukun Yaklaşımı" konulu bir sempozyum düzenlemiştir. 29-30 Nisan 2000 tarihleri arasında yöne Böll Vakfı ile Ege Kadın Dayanışma Vakfı, "Kadına Yönelik Şiddet ve Toplumsal Boyutları: Önlenmesi ve Yükümlülükler" konulu bir başka etkinlik gerçekleştirmişlerdir. Bu iki etkinlik, Böll Vakfı'nın sayıca az olan yarar getirici etkinlikleri arasındadır.

24. Heinrich Böll Vakfı ve İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi'nin işbirliği ile 24-25 Haziran 2000'de İstanbul Taksim Dorint Park Plaza Oteli'nde gerçekleştirilen "Kopenhag Kriterleri: Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği'nin Ortak Paydası mı?" konulu sempozyuma, konuşmacı olarak Karen Fogg (Avrupa Birliği Türkiye Büyükelçisi), Uluç Gürkan, Yücel Sayman, Prof.Dr. İbrahim Kaboğlu, Prof.Dr. Baskın Oran'ın yanı sıra, AB ülkelerinden yedi konuşmacı katılmıştır. Sempozyumun ikinci gününde, esas dikkat çeken "AZINLIK HAKLARI: Kültürel Haklar mı, Siyasal Haklar mı?" konulu oturumun başkanlığını, herhalde ilgisi nedeniyle olacak, Abdullah Öcalan'ın avukatlarından Hasip Kaplan yapmıştır.

25. İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi'nin yine Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle gerçekleştirdiği etkinliklerden biri olan "Ulusal, Ulusalüstü ve Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları" sempozyumu, 8-9 Haziran 2001'de İstanbul Taksim Dorint Park Plaza Oteli'nde yapılmıştır. Açılış konuşmalarını İbrahim Kaboğlu, Karen Fogg ve Volkan Vural'ın yaptığı sempozyumda, altı oturumda (İnsan Hakları, Demokrasi ve İnsan Hakları-Uluslararası Hukukta ve Ulusalüstü Hukukta Azınlık Hakları-Lozan Antlaşması ve Diğer Uluslararası Belgeler Işığında Türkiye'deki Mevzuat ve Uygulama-Ulusal Çözümler-Türkiye İçin Çözüm Önerileri-Genel Değerlendirme) 20 tebliğ sunulmuştur. Konuşmacı ve oturum başkanları arasında, Alman milletvekili Cem Özdemir, Ionna Kuçuradi, Tarık Ziya Ekinci, Zafer Üskül, Yücel Sayman gibi isimlerin yanı sıra, yedi yabancı davetli de yer almıştır. Katılımcılardan Cem Özdemir'in Alman "derin devleti"nin hizmetinde gerçekleştirdiği eylem ve söylemler, Sayın Ersen Bayhan'ın makalesiyle deşifre ile kamuoyuna da mal olmuştur. Bu arada, Sempozyum davetiyesinde, katkıları için İngiliz Konsolosluğu'na teşekkür edilmiştir. Böylece, İstanbul Barosu yönetimi, BND'den MI6'ya uluslararası bir açılım (!) sergilemiştir. Bu sempozyum, İstanbul Barosu'na kayıtlı Cumhuriyet aydını-yurtsever avukatlar tarafından aşağıdaki açıklamayla kınanmış ve protesto edilmiştir: "DUYURU- Bizler, İstanbul Barosu'na kayıtlı avukatlar olarak, İstanbul Barosu'nun 8-9 Haziran 2001 tarihinde düzenlediği 'Azınlık Hakları' sempozyumunu protesto ediyoruz. Çünkü: Ülkemize Sevr Planlarının dayatıcısı vakıflarla işbirliği yapılmaktadır. İngiltere Konsolosluğunun katkıları alınmaktadır. Karen Fogg gibi, Viladimir Goati gibi, Slobodan Milocic gibi, Cem Özdemir gibi, insan hakları adı altında yeni Sevr dayatıcılarına platform hazırlanmasına Baromuz aracı olmaktadır. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan'da çözüme ulaştırılan sorunlar, yeniden Sevr amaçları doğrultusunda gündeme getirilmekte, alt kimlikler tahrik edilerek etnik çatışma ortamı yaratılmak istenmektedir. Rengine, ırkına, dinine bakılmaksızın tüm insanların kardeşçe yaşama ve insan haklarından yararlanma kutsal mücadelesini emperyalist saptırma ile Azınlık Hakları adı altında daraltmaya ve kardeşçe yaşamı bozmaya yönelik girişimlere İstanbul Barosu hizmet edemez. Yüzyıllardan beri sömürge olmayı reddederek bağımsız ve özgür yaşayan Anadolu insanı onurludur; emperyalistlerden ve işbirlikçilerinden öğreneceği hiç bir şey yoktur. İstanbul Barosu'nun ezici çoğunluğu, Cumhuriyet'in kazanımlarını koruma azmiyle aynı düşünceleri paylaşmaktadır-Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu". Yine bu grup tarafından, üyeleri bilgilendirmek amacıyla dağıtımı yapılan yazarı belirsiz bir makalede, Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi'ne doğrudan bağlı Heinrich Böll Vakfı'nın Kürtçülere olan özel ilgisi ile ilgili olarak şu önemli bilgiler verilmektedir: "...Yeşil Alman vakfının en ilginç faaliyeti ise, 'insan ve azınlık hakları' alanında gözlemleniyor. Alman devleti, bu hassas konuyla uğraşma görevini, öteden beri Yeşil vakfa havale etmiş durumda. 'Kürt sorunu'nun yanı sıra vakfın en ilgi gösterdiği 'etnik azınlık' Tibetliler. Almanya'nın Tibet'e duyduğu ilgi, en az Kürtlere duyduğu ilgi kadar eski ve derin. 1941'de Himmler'in talimatıyla kurulan Hedin Enstitüsü, sekiz bin Tibetli'nin kafatasını inceledikten sonra, bu % 70 mongolid, % 30 europoid millet, hem bizim, hem de Japonya'nın desteğinde Rusya ve Çin'e karşı kurulacak Moğol İmparatorluğu'nu idare edecek kabiliyettedir" sonucuna varmıştı. Nazi kurmaylarının planlarında Kürtlere de aynı rol biçilmişti. 'Türklerden çok, Cermenlere yakın bu halkın Türklere ve Araplara duyduğu tiksintiye yakın nefretten yararlanmalıyız. Bağımsız bir Kürdistan, Yakın Doğu'da muhteşem bir köprü başı olmaya namzettir' deniliyordu. Yeşil vakfın aynı anda hem Tibet, hem de Kürt 'sorunu'yla ilgilenmesi, Almanya'da bir şeylerin hiç değişmediğini gösteriyor".

26. Heinrich Böll Vakfı'nın "sahibi" Yeşiller Partisi'nin 29 Ocak 2001'de Bonn'da bir basın toplantısı ile açıkladığı "Türk-Kürt Çatışmasına Çözüm Konsepti", Sevr'in "Kürt Sorunu"nu düzenleyen 62, 63 ve 64. maddelerinin sadece geniş bir özetinden ibaret. Konsept özetle diyor ki: "Türkiye, birbirinden etnik, linguistik ve dinsel sınırlarla ayrılmış farklı halk gruplarını içeren ve bu nedenle homojen olmayan bir nüfusu barındırmaktadır". Yeşil Sevr grubunun talepleri şunlar: "Demokratikleşme, merkezi devletin kaldırılması, etnik grupların dil kimliğinin güvenceye alınması, Türk/Kürt toplumlarının barışması". Bakalım Yeşiller "demokratikleşme"den neyi anlıyorlar: "...Bölücülük propagandası gibi düşünce suçları kaldırılacak, etnik partilerin kurulmasına izin verilecek. Partiler Yasası'nın partileri Kemalist ilkelere sadık kalmaya mecbur eden hükümleri kaldırılacaktır". Merkezi devletin kaldırılması çerçevesinde ise, "Kürtlere ve diğer etnik azınlıklara yerel ve kültürel özerklik verilmesi" talebi başta geliyor. "Dil kimliğinin güvenceye alınması" talebinin birinci maddesi, "başta Kürtler olmak üzere diğer etnik azınlıkların çocuklarına kendi ana dillerinde eğitim verilmeye başlanması" oluyor. Bütün bunların ardından "Kürtlerle Türklerin barışması" safhası başlıyor, zira "yıllar boyu süren savaş sadece Kürtlerle Türkler arasında değil, bizzat Kürtler arasında da derin bir kin ve nefret doğurmuş"muş ve "Güney Afrika örnek alınmalı"ymış (Ersan Bayhan). Kısaca, Heinrich Böll Vakfı, bağlı olduğu partinin konseptinin gereklerini yerine getirirken, yerli işbirlikçileri de Türk Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ilkesini yok etme, bir başka ifadeyle, vatanı satma yarışındadırlar.

27. Türkiye Cumhuriyeti karşıtı tüm küreselleşmeci NGO'ların sevk ve idare edildiği merkezlerden biri olan Uluslararası Af Örgütü'nün İstanbul adresi: Muradiye Bayırı Sok. 50/1 Teşvikiye. Tel: (212) 258.43.67 Faks: (212) 258.44.59 ve e-posta: "amnesty@superonline.com". Uluslararası Af Örgütü'nün Almanya Şubesi, kendi ülkesindeki Türkler başta olmak üzere yabancıların sorunları ve de onlara yönelik insan hakları ihlâlleri uğraşmak yerine, temel ilgi alanı olarak Türkiye'ye odaklanmıştır. En çok Heinrich Böll Vakfı ile paslaşan BND kontrolü altındaki Şube, 2001 İnsan Hakları Ödülü'nü, Av. Eren Keskin'e vermiştir. Ödül açıklamasının Türkçe çevirisi aynen şöyledir: "Bonn, 28 Mayıs 2001 - Uluslararası Af Örgütü Almanya Şubesinin (Amnesty International Deutschland) ilk kez 1998 yılında verdiği İnsan Hakları Ödülü, bu yıl 27 Mayıs Pazar günü avukat ve insan hakları savunucusu Eren Keskin'e verildi Gözaltında tecavüz ve cinsel tacize uğrayan kadınlara hukuki yardım sunan bir projenin kurucularından biri olan Eren Keskin, aynı zamanda Eylül 1998'den bu yana İnsan Hakları Derneği'nin İstanbul Şubesi'nde Başkanlık görevini yürütmektedir. İnsan Hakları 2001 ödülü ile Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu (AI-Almanya), Av. Eren Keskin'in insan hakları mücadelesindeki büyük kişisel çabalarını ve katkılarını takdir etmek istemektedir. AI-Almanya tarafından ikinci kez verilen bu ödül, 'işkencesiz bir dünya' adlı uluslararası kampanyanın çerçevesinde yer alıyor ve insan hakları ihlallerinden sorumlu olanların cezasız kalmalarına karşı verilen mücadelenin önemini vurguluyor. Af Örgütünün İnsan Hakları Ödülü, bütün dünyadaki binlerce insan hakları savunucusunun büyük kişisel çabalarını ve çoğu kez hayati tehlikeler altında verdikleri insan haklarından yana mücadeleyi sembolik olarak onurlandırmayı amaçlıyor. Uluslararası Af Örgütü, ödül adaylarını belirlerken, cinsiyet, bölge, tanınmışlık ve faaliyet alanlarının içeriğini dikkate alırken, adayın şu anki koruma gerekliliğini de bir kriter olarak belirlemiştir". Adayın kimden ya da kimlerden koruma gerekliliği, üstü kapalı bir mesaj olarak geçiştirilirken, sembolik onurlandırmanın parasal bedelinden de bahsedilmemiştir. Örneğin, Alman Fian Örgütünce her yıl verilen çevrecilik ödülünün alt sınırı 150.000 marktır. Ödülle ilgili geniş bilgi için bkz. Amnesty International Deutschland | Für die Menschenrechte Şubeden bizzat bilgi almak isteyenler için telefon: 0.0.49.228.983.73.306.



28. Merkezi Almanya-Heidelberg'de bulunan ve Birleşmiş Milletler Örgütü'ne akredite olması nedeniyle BND tarafından ekonomik "taşeron" olarak kullanılan Fian kuruluşu hakkında ikinci bölümde geniş bilgi verilecektir.

29. "Türkiye-AB Bütünleşmesinde STK'ların Rolü" konulu 8. STK Sempozyumu'nun organizasyonunu, "Düzenleme Kurulu" adına Tarih Vakfı üstlenmiştir.

30. Heinrich Böll Vakfı'nın katkılarıyla düzenlenen STK Sempozyumlarının birincisi 16-17 Aralık 1994 tarihinde gerçekleştirilmiştir. İkincisi "Küçülen Dünyamızda Büyüyen Sivil Toplum" konu başlığı ile 23-24 Haziran 1995'de; üçüncüsü "Sivil Toplum Kuruluşları Arasındaki İletişim Sorunları ve Çözümleri" konu başlığı ile 7-9 Aralık 1995'de; dördüncüsü "Sivil Toplum Kuruluşları ve Yasal Çerçeve" konu başlığı ile 4-6 Nisan 1996'da; beşincisi "Sivil Toplum Kuruluşları ve Etik" konu başlığı ile 1-2 Temmuz 1999'da; altıncısı "17 Ağustos Depreminden STK'lar Olarak Neler Öğrendik?" konu başlığı ile 12-13 Kasım 1999'da; yedincisi "Sivil Toplum Kuruluşları ve Devlet" konu başlığı ile 2-4 Haziran 2000 ve dokuzuncusu da "Sivil Toplum Kuruluşlarında Örgüt İçi Demokrasi ve Gönüllülük" konu başlığı ile 2-3 Haziran 2001'de gerçekleştirilmiştir. Sonuncu sempozyumun sekreteryasını "Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı" üstlenmiştir.

31. Genel Merkezi Bonn'da olan Friedrich Ebert Vakfı'nın İstanbul Temsilcisi Jörg Lange olup, adresi şöyledir: Asariye Cad. Orhan İş Hanı, No. 33, Kat: 5, Beşiktaş. Farklı bir diğer adres de şu: Serencebey Yokuşu, Mehmet Ali Bey Sokak, No. 10/5, Beşiktaş. Tel: (212) 258.70.01, Faks: (212) 258.70.91, e-posta: fesist@ superonline.com

32. Alman Hükûmeti'nin en büyük ortağı SDP tarafından kendisine bağlı olan Friedrich Ebert Vakfı'na hazırlattığı ve Alman arşivlerine "devlet raporu" olarak geçen "Almanya'da İslâmi Örgütler" başlıklı rapora göre: "DİTİB-Diyanet İşleri Türk İslâm Birliği" en büyük Türk İslâm örgütüdür ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kontrolündedir. Eğer Almanya'da bir caminin lokalinde Atatürk resmi varsa, o cami DİTİB'e bağlıdır. DİTİB'in imamları maaşlarını Türkiye Cumhuriyeti'nden almakta, anadili Türkçe olmayan Müslümanlara yardım edememektedirler. DİTİB'in varlığı, diğer Müslümanların aleyhinedir. DİTİB'le ilişkilerde mesafeli olunmalıdır.... İslâmi örgütler bir güç faktörüdür. Alman Devleti, adı istihbarat raporlarında adı geçen İGMG ve Süleymancı örgütlerle diyalog kurmalıdır. Diyalog, örgütlerin merkezleriyle değil, yerel şubeleriyle kurulmalıdır. Haklarında istihbarat kaynaklı uyarılar var diye Milli Görüşçülerle diyaloğa girmemek hatadır. Bu tür örgütlerle diyaloğa girmemek, Alman tarafı için "bumerang"a dönüşebilir. Yerel yönetimler, İslâmi örgütlerin ihtiyaçları konusunda işbirliği yapmalıdır. Raporda ilginç tespitlerde bulunulmaktadır. Nitekim, "İslâm'a bu kadar önem verilmesi, Almanya'nın yeni entegrasyon politikası karşısında Türk ulusal kimliğinin yarattığı endişeden kaynaklanmaktadır. Vatandaşlık yasası reformuna göre Alman yurttaşlığına geçişin kolaylaşacağı düşünüldüğünde, bu yeni vatandaşların dini kimliklerine önem verilerek ulusal kimliklerinden uzaklaştırılacaklardır. Böylece bu kişiler karşısında Türkiye Cumhuriyeti'nin söz söyleme hakkı kaybolacaktır. Ayrıca, dini talepleri karşılanan Müslümanlar devlete karşı daha sadık olacaklardır" görüşü savunulmaktadır. Raporda, Nurculuk, Süleymancılık ve Milli Görüş gibi tüm irticai oluşumlar övülürken, Almanya'daki vatandaşlarımızın Türk kimliğinden uzaklaşması amacıyla din eksenli alternatif entegrasyon modeli öngörülmektedir. Buna göre, Müslümanların giysilerine karışılmayacak; kurban kesimi, İslâmi mezarlık, İslâmi defin, cami yapımı, ezan, İslâmi okul, Almanca din dersi gibi haklar tanınacaktır. Modelde ayrıca İslâmcı şeriatçı örgütlere imam nikâhı kıyma hakkı verilmesi ve bu nikâhın Alman resmi makamlarınca da tanınması yer almaktadır. Rapora göre bu uygulamalarla, Alman Hükûmeti'nin entegrasyon modelindeki temel hedefler şöyle olacaktır: Müslüman Türkler ulusal kimlik ve kültürlerinden uzaklaştırılmalıdır. Bu insanlara temel sorunlarının dini ihtiyaçları ve talepleri olduğu aşılanmalı ve gündemde tutulmalıdır. Müslümanlar anayasal hakları sağlandığı gerekçesiyle sevindirilmeli, Türkiye'den mümkün olduğunca uzaklaştırılmalıdır. Nitekim, Alman Hükûmeti'nin tanıması ve teşvikiyle Milli Görüş Münih İslâm Merkezine bağlı "İslâmi İlkokul" kurulmuştur. Bu modelin yürürlüğe girmesiyle İslâmi anaokulu da kurulabilecektir. Alman Hükûmeti'nin, söz konusu raporda belirtilen hususların bir kısmını uzun süredir uygulamaya çalıştığı, Almanya'nın neden bu ülkede din dersi verme yetkisini Milli Görüş yanlısı İslâm Federasyonu'na verdiği daha net olarak anlaşılmaktadır. Raporun tam anlamıyla uygulamaya konulmasıyla irtica için Almanya'nın ideal ülke olacağı sanılmaktadır.

33. Ebert Vakfı'nın rastgele seçilmiş etkinliklerinden birkaçı: "Gündelik Yaşamın Müzelere Yansıması Sempozyumu" (16 Aralık 1995); "Önde Gelen Sivil Toplum Kuruluşları Araştırması" (Ocak 1997); "Türkiye'de İç Göç: Sorun Alanları ve Araştırma Metotları Sempozyumu" (6-8 Haziran 1997); "Sendikal Eğitim Teknikleri Atölye Çalışması" (11-12 Haziran 1998); "Sendikalarda Kadın Eğitimi Atölyesi" (22-23 Haziran 1998); "Sendikalarda Uzmanlık Grubu Eğitimleri Atölye Çalışması" (17-18 Eylül 1998); "Yazılı Malzemelerin Sendikal Eğitimde Kullanılması Olanakları Atölye Çalışması" (1 Ekim 1998); "Yeni Teknolojilerin Sendikal Eğitimde Kullanılma Olanakları Atölye Çalışması" (2-3 Ekim 1998); "90'larda Türkiye'de Endüstri İlişkileri Araştırma Projesi" (Mart-Ekim 1998); "Türkiye'de İşsizlik ve Eksik İşgücü Araştırma Projesi" (Nisan-Ekim 1999); "Üniversiteler ve Sendikalar Sempozyumu" (24-25 Eylül 1999); "Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bibliyografyası Araştırma Projesi" (Başlangıç 15 Mayıs 2000); Ankara Üniversitesi Ataum Merkezi ile Dr. Emil Mintchev, Prof.Dr. Peter Ludlow, Prof.Dr. Jörg Becker, Dr. A. Atilla Doğan gibi akademisyenlere verdirilen konferanslar; TÜSES (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı) ile ortak düzenlenen "Sosyal Demokrat İstihdam Politikaları" etkinlikleri (Ekim 1997) vd.

34. CHP yönetimlerinde bulunan kişilerce kurulan vakıfların da Friedrich Ebert gibi Alman vakıflarıyla eğitim programları düzenledikleri görülüyor. CHP Gençliğinin sosyal demokrasi eğitiminin sonunda, Ebert Vakfı'na katkıları nedeniyle bir de plaket veriliyor (Cumhuriyet 6 Ekim 2000). Aralık 2000'de CHP'nin Alman Sosyal Demokratlarıyla birlikte bir dostluk derneği kurma girişimlerinin Bakanlar Kurulu'nun onayından geçmediği gazetelerde yer alıyor. SODEV adlı vakfın tanıtım metninde şu ilginç açıklama yer alıyor: "Ayrıca, uluslararası planda Alman Friedrich Ebert vakfıyla da önemli çalışmalar yürütülmektedir". Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Yıldırım, "Şifre Çözücü: Project Democracy", Müdafaa-i Hukuk, 32: Mart-Nisan 2001, s. 29 ve dpn. 20.

35. Merkezi Hamburg'da bulunan Körber Vakfı'nın Başkanlığını Dr. Wolf Schmidt, Konrad Adenauer Vakfı'nın ajandasına göre de İstanbul temsilciliğini Esther Karay-Dinç yapmaktadır. Genel Merkez adresi: Kurt A. Körber, Chausse 10 21033 Hamburg-Deutschland, Tel: 040.72502457, E-posta: turkei@stiftung.koerber.de Diğer vakıflar gibi bu vakfın da internette sitesi bulunmaktadır. Vakfın Türkiye'deki faaliyetleri için bkz. http://www.stiftung.koerber.de/tuerkei Körber Vakfı'nın doğrudan ya da müştereken gerçekleştirdiği etkinliklerden bazıları: "2. Uluslararası Tarih Kongresi" (8-10 Haziran 1995); "Türkiye'de Kimlik ve Normların Değişimi Sempozyumu" (27 Eylül 1995); "Bilanço: 1923-1998 Uluslararası Kongre" (1998); "Liseliler Tarih Bilinci-Anket" (1995) ve ayrıca Hamburg, Bonn gibi farklı şehirlerde yapılan, "Yerel Tarih", "Uluslararası İlişkiler", "Almanya ve Türkiye'de Sivil Toplumun Geleceği" gibi çeşitli konu başlıkları altındaki yarışmalar, atölye çalışmaları vd.

36. Konrad Adenauer Vakfı'nın ajandasına göre, Friedrich Naumann Vakfı'nın Ankara Temsilciliğini Dr. Wilhelm Hummen yapmaktadır. Vakfın adresi: Kuşkondu Sok. 7/8 Çankaya/Ankara. Tel: (312) 440.47.04, Faks: 438.18.88, e-posta: "fnst@ada.net.tr". Vakfın etkinliklerinden bazıları: Arı Grubu, Doğu-Batı Enstitüsü ile birlikte 8 Haziran 2000'de İstanbul'da The Marmara Oteli'nde gerçekleştirilen "Building a Secure Eurasia for the 21. Century" konulu sempozyum; 18 Ekim 2000'de Akdeniz Belediyeler Birliği ile "Yerel Yönetimlerin Değişen Rolü" konulu sempozyum; 19-21 Nisan 1996'da Bursa'da "Doğal Kaynak Kullanımında Alternatif Yöntemler ve Yeni Yaklaşımlar" konulu sempozyum; 1996'da Ankara'da "Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun Kobilere Etkisi" konulu seminer; 1996'da Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Y.O. ile gerçekleştirilen "Türkiye'de Çalışan Çocuklar Sorunu ve Çözüm Yolları" konulu toplantının tebliğlerinin kitap olarak yayını; AB'nin katkısıyla, Antalya Barosu ile müşterek yürütülen "Demokratikleşme Bilincinin Artırılması, Modern Demokratik Devletin ve AB İnsan Hakları Standartları Kavramlarının Tanıtılması" projesi vd.

37. Merkezi Almanya-Göttingen'de bulunan "Tehdit Altındaki Halklar Derneği", BND'nin örtülü fonlarından finanse edilen ve kadrolu elemanlarından oluşan bir örgüt olup, rüştünü Yugoslavya'da ispatlamıştır. Tilman Zülch, Tessa Hoffmann, Klaus Peter Volkman gibi azılı Türk düşmanı Alman istihbaratçılarını bünyesinde barındıran bu örgüt, Türk Silâhlı Kuvvetleri aleyhine, PKK-ERNK başta olmak üzere tüm bölücü etnik yapılanmaların lojistik desteklenmesinden ve aralarındaki koordinasyondan doğrudan sorumludur.

38."Katolik ve protestan kiliseleri Almanya'da, ruhani konuların çok uzağında, devlet politikasının bütün konularında aktif rol oynar ve kamuoyunu en çok etkileyen bir altyapıya sahiptir. Bu kiliseler, kendi bünyelerinde kurdukları akademi ve seminerlerde iç, dış ve ekonomik politikaların her alanında çalışmalar yaparlar. Bu seminerlerde Almanya'nın yakın geleceğe ilişkin politikalarının temelleri atılır, ideolojileri geliştirilir, literatürü oluşturulur ve hatta görevlendirilecek kişiler tespit edilerek ilerideki görevlerine hazırlanır. Çocuk bahçelerinden başlayıp, okul, hastahane, yetim ve bakımevleri, huzurevleri işleten kiliseler, bütün bu kuruluşlarına dağıttıkları özel yayın organlarına da sahiptirler ve bu kuruluşların da kamuoyu monopolüne sahip oldukları söylenebilir. Kiliseler bu monopollerini garantiye almak için yukarıda sayılan kuruluşlarda, değil başka dilden, başka mezhepten dahi insan çalıştırmazlar. Örneğin, tamamen devlet veya hastalık sigortaları tarafından işletilen bir hastahanede, Alman vatandaşı olsa bile, bir Türk doktor veya bahçıvan çalışamaz. Kılcal damar gibi topluma yayılan bu enformasyon ağına ek olarak, kiliseler küçük 'haber ajansları'na da sahiptirler. Almanya'daki haber ajanslarının % 50'si kiliselerin malı olup, diğer haber ajanslarından ucuz oldukları için, hemen bütün Alman medyasınca kullanılır". Dr. Yavuz Dedegil, "Almanya'da Kamuoyu Oluşumu ve Yabancılaşma", Teori, Ocak 2001, s. 73-76. Alman kiliseleri, gerek Almanya'daki Türk Toplumu ve gerekse Türkiye'ye yönelik devlet politikalarının oluşturulmasında ve yaşama geçirilmesinde aktif biçimde rol oynamaktadırlar. Amaç, Türk Toplumunu ulusal kimlikten koparmak ve Türkiye'yi parçalamak olduğunda, kiliseler hiçbir ayrım yapmamaktadırlar. Kaplancılardan Süleymancılara, Nakşibendilerden Fethullahçılara kadar tüm köktendinci yapılanmalara lojistik destek sağlayan kiliselerin son girişimlerinden biri, geçtiğimiz yıl, TCK 312. maddeye göre bir yıllık hapis cezası kesinleşen Necmettin Erbakan için kampanya başlatmalarıdır. Örneğin, Uluslararası Katolik Barış Hareketi Almanya Sorumlusu Rahip Wolfgang Jungheim, 1.8.2000 tarihli bir basın bildirisi ile, Erbakan'ın yanı sıra, aynı yurtseverlik (!) çizgisinde yer alan dava arkadaşları Akın Birdal, Leyla Zana, Tayyip Erdoğan ve İsmail Beşikçi'ye özgürlük talep etmiş; ardından Heinrich Böll Vakfı'nın sponsorluğunda düzenlenen "Düşünce Özgürlüğü İçin 2. İstanbul Buluşması"nın katılımcısı olarak, 20.11.2000'de Erbakan'ı Ankara-Balgat'taki evinde ziyaret etmiştir. Son bir gelişme olarak, BND ve Kiliseler, Fethullahçılara lojistik destek konusunda görüş birliğine varmışlardır. Buna göre, Fethullahçıların Almanya ve AB sınırları içinde örgütlenmelerine, himmet parası toplamalarına, şirketleşmelerine ve okul açmalarına izin verilecek; karşılığında da Fethullahçılar, Balkanlar'da, Türkiye'de, Kafkasya'da ve Orta Asya'da Alman dilinde eğitim veren okullar açacaklardır.

---------------------------------------------------------------------------------

TÜRKİYE' DEKİ ALMAN VAKIFLARI RAPORU IV

Tüm Türkiye'de faaliyet gösteren BND orijinli Alman misyonerleri, farklı kilise gruplarını temsil ediyorlarsa da, ki deprem sonrası Sakarya'da insani yardımla gelip, kısa bir süre sonra ruhani yardım (!) aşamasına geçen Alman Protestan Kilisesi, Türkiye-Alman Kiliseleri Birliği ve Federal Alman Kilisesi buna örnek gösterilebilir, ortak olarak Almanya'nın Türkiye'de Alman Büyükelçiliği'nin koruması altında bulunmaktadırlar. Ayrıca, tüm bu istihbaratçı-misyonerlerin ikâmet adresi olarak gösterdikleri evlerin her nedense tamamı Alanya'dadır. Mardin, Urfa ve çevresinde Yezidilik, Süryanilik, Asurilik, Keldanilik doğrultusunda destek çalışmalarında bulunan Alman misyonerleri, Doğu ve Güneydoğu'nun yanı sıra, Karadeniz bölgesinde de -hedef kitle Kürtler, Lazlar ve Aleviler- din değiştirme faaliyetlerini sürdürmektedirler. Mürted yani din değiştirmiş Türk asıllı misyonerleri ise, hedef bölgelerde iş yapan Alman ya da işbirlikçi Türk şirketlerinde istihdam ederek kamuflajı sağlamaktadırlar.1

Türkiye'deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kabul edilen Orient (Doğu) Enstitüsü, 1961'de Beyrut'da kurulmuştur. Enstitü'nün tüm masrafları Federal Hükûmet (Eğitim ve Araştırma Bakanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Almanya'nın Türkiye dahil Orta Doğu'da gözü-kulağı olan ve BND'nin kadrolu elemanlarına "bilim adamı" kamuflajı sağlayan; 1987'de Lübnan'daki iç savaş nedeniyle tüm ajan kadrosunu İstanbul'a nakleden Enstitü, 1994'den itibaren tekrar Beyrut'a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Ebenhaussen Bilim ve Politika Vakfı'nın yanı sıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili Alman Vakıfları, söz konusu Enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türkiye'de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların "entellektüel" düzeydeki yazar, sanatçı ve gazetecileri, Enstitü'nün İstanbul Şubesi tarafından desteklenmekte, sevk ve idare edilmektedir. Enstitü, ayrıca,Tarih Vakfı'na amaçları doğrultusunda proje desteği de sunmaktadır. Türkiye'nin etnik ve dinsel yapısını en iyi bilen yabancı istihbaratçı olarak nitelendirilen Dr. Günter Seufert'in yönetimindeki Enstitü Şubesi, kimi projelerin finansmanında ve gerçekleştirilmesinde, İstanbul'daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ve AB organları arasındaki koordinasyonu da üstlenmektedir.2 Hamburg'daki Alman Orient Enstitüsü, yine BND'nin doğrudan gözetiminde, Almanya ve AB ülkelerinde yaşayan Türk vatandaşları arasındaki dinsel ve etnik bölücülüğün yanı sıra; Türkiye karşıtı tüm örgüt, tarikat ve cemaatlerle ilgilenmektedir. 3 Türkiye'deki Goethe Enstitüsü ve Alman Kültür Merkezleri ise, Alman istihbaratçılarının en önemli barındırma-kamuflaj işlevine sahip merkezler olarak nitelendirilmektedir. 4

3. TÜRKİYE'DEKİ ALMAN VAKIFLARININ GENEL YÖNTEMLERİ

Türkiye'ye yönelik dış tehditleri kategorize ettiğinizde, iki temel yöntemin kullanıldığını görürsünüz. Örneğin, Yunanistan, İran, Suriye gibi ülkelerin düşmanlığı nettir. Dost görünme olasılığı olabileceğine, arada bir zorlasalar da kendileri bile inanmazlar. Tanırsınız, bilirsiniz ve önlemini alırsınız. A.B.D. gibi müttefik ülkelerin "dostluk" anlayışları ise, sadece kendi çıkarları açısından söz konusudur. Dostluk ya da düşmanlığın nerede başlayıp ne zaman ve nerede biteceğine tek taraflı kendileri karar verirler. Ekonomik-siyasal-kültürel bir egemenliği ve sömürüyü hedeflediklerinden, son derecede gelişmiş yöntemlerle hareket ettiklerinin farkına varırsınız. Örneğin, hedef ülkeleri işgal etmek yerine, dışarıdan Bakan atamak ya da kendi etki ajanları doğrudan yönetime getirmek... İşte, Almanya'nın konumu, bu iki temel kategorinin arasındadır. Hem müttefiktir, hem ucundan dostluk gösterir ama buna karşılık en kaba ve sıra dışı yöntemlerle sizi önce parçalamaya ve sonra "arka bahçesi" içinde sindirmeye çalışır... Düşmanlığı, doğrudan ulus-devlete ve ulusal bütünlüğümüzedir. Bu bağlamda Alman vakıflarının yukarıda açıklanan faaliyetleri, Türkiye'deki yerli işbirlikçilerin yani etki ajanlarının temini ile güçlendirilmesi amacına yöneliktir. Tipik bir örnek olmak üzere, Alman Büyükelçiliği'nin bünyesinde mevcut Türkische Medien birimi, ulusal ve yerel düzeydeki Türk Basınında Alman sempatizanı ve de "tetikçisi" gazetecileri araştırmak, bulmak, yetiştirmek ve bunları gündem belirleyici olarak etkili medya kuruluşlarında desteklemekle yükümlüdür. Bu birimin yaptırdığı bilimsel araştırmalardan birinin sonucuna göre, Türk Basınında Almanya aleyhine en çok yazı ve haber yayınlanan gazete Hürriyet, Almanya aleyhine hiç yazı ve haber yayınlanmayan gazete ise Fethullahçıların Zaman gazetesidir. Söz konusu birimin temel görevi, Almanya karşıtı medya kuruluşlarını ve mensuplarını pasifize ederek, Zaman gibi medya kuruluşlarının sayısını arttırmaktır. GTZ biriminin görevi ise, etnik bölücülüğü teşvik kapsamında Güneydoğu ve Karadeniz ağırlıklı tüm prestij yatırımlarının takibi ile, Türkiye'deki devlet ihaleleri başta olmak üzere, Almanya'nın çıkarı olan tüm ekonomik gelişmeleri izlemek ve gereğini yerine getirmektir 5.

Yine yukarıda örnekleri verildiği üzere, Alman vakıfları, işbirliği yaptığı Türk NGO'larına proje başına para vererek kendi yanına çekmekte ve yönlendirmektedir. Yapılan iş hiç şüphesiz legaldir, casusluk değildir. Proje başına para alan Türk NGO'larının ulusal duyarlılıkları söz konusu olmadığından, yapılan işbirliği etik dışı olarak da algılanmamaktadır. Ve hiçbir Türk NGO'su da, kendilerine proje hazırlatan veya sponsorluk yapan Alman vakıflarının Türk mevzuatına göre yasal konumda olup olmadığını sorgulamamaktadır. Bu yüzden, ulusal ya da uluslararası etkinliklerini beş yıldızlı otellerde yapmak isteyen iddialı NGO'lardan, etkinliklerinde sadece salon tahsisi ve çay-pasta ikramına razı (!) mütevazı NGO'lara kadar uzanan çizgide, Alman vakıfları, tüm taleplere cevap verecek ekonomik serbestiye sahiptirler. Bu ekonomik serbestinin her yıl yüzmilyonlarca mark harcanarak elde edildiğinin altını çizmek gerekmektedir. Bu arada, başta KOBİ'ler, kısmen çevrecilik ve kadın sorunları olmak üzere, Alman vakıflarının arada bir gerçekleştirdikleri "sakıncasız" ve "zararsız" etkinliklerinin de hakkını teslim etmek icap etmektedir.

Almanya, Türk üniversitelerinde ve de bürokraside "etki ajanı" (en olumsuz halde Alman sempatizanı) yetiştirmek için de büyük meblağlar harcamaktadır. Örneğin, Alexander von Humboldt Vakfı, Boehringer Ingelheim Fonds Vakfı, Carl Duisberg Gessellschaft e.v., Deutscher Akademischer Austauschdienst e.v., Friedrich Naumann Vakfı, Fritz Thyssen Vakfı, Hanns Seidel Vakfı v.d. Elbette ki bu vakıflardan burs alan Türk vatandaşlarını potansiyel Alman "etki ajanı" olarak kabul etmek yanlıştır. Kesin olan gerçek şu ki, Türk bursiyerler için her yıl yüzmilyonlarca mark harcayan Alman vakıfları, ABD vakıfları kadar sonuç almada başarılı (!) değillerdir ama bu ileride başarılı olmayacakları anlamına da gelmemektedir. Şimdilerde, eski bursiyerlerle ilişkiyi koparmamak için DAAD yani Alman Akademik Değişim Servisi harekete geçirilmiştir. Tüm bu alandaki faaliyetler, Ankara'daki Büyükelçilik (Kültür Ataşesi) ve İstanbul Başkonsolosluğu üzerinden gerçekleştirilmektedir. BND, tüm bu orta ve uzun vadeli yatırımların meyvelerini toplama aşamasına gelmiştir. Örneğin, Türk Üniversitelerinde görevli çok sayıda akademisyene, projelendirilen kritik konularda çalışmalar yaptırılmıştır ve yaptırılmaya da devam edilmektedir: Türkiye'deki etnik, dinsel, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel farklılıklar ve değişimlerle ilgili, bir başka ifadeyle istihbarat değeri taşıyan konularda bugüne kadar yüzlerce proje, Türk akademisyenlerine yaptırılmıştır. Türkiye'nin güçlü ve zaaf (yumuşak karın) noktalarını ortaya koyan bu bilimsel dosyalar, bugün Alman Devleti'nin istihbarat arşivinde temel başvuru kaynakları arasında yer almaktadır.

Kısaca, Almanya, "proje bedeli", "şerefiye", "burs", "bedava tatil", "inceleme gezisi", "araştırma bedeli", "masraf", "telif" gibi adlar altında Türk NGO'larına, gazetecilere, akademisyenlere, mülki ve yerel yöneticilere, başta memur sendikacıları olmak üzere tüm sendikacılara, meslek odaları yöneticilerine, çevrecilere adeta para dağıtmakta; teknik deyimle "çengel atmaya" çalışmaktadır. Amaç, bu ülkede en az ABD'nin olduğu kadar güçlü "etki ajanı" kadrosuna sahip olmaktır. BND, bu amaç doğrultusunda, İzmir Karaburun ve Ayvalık'ın yanı sıra, Alanya, Mersin ve İskenderun'da oteller kapatmakta; Türk Devleti'nin istihbarat birimlerinin acizliğinden ve siyasal irade yoksunluğundan istifadeyle, bu otellerde, Türkçe öğrenecek Alman istihbaratçılarına dil eğitiminin yanında, kendilerini anarşist, bölücü, sosyalist olarak tanımlayan en marjinal siyasal gruplar dahil tüm Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarına bedava hizmet sunmaktadır. Bütün bunlar, alenen ve kabaca, gözümüze adeta "soka-soka" yapılırken; ilgililer ve de yetkililer, gözlerini yummaya, kulaklarını tıkamaya devam etmektedirler.

4. TÜRKİYE VE ALMANYA: ÇATIŞAN POLİTİKALAR

Tüm bu olumsuz gelişmeler karşısında Türk Devleti'nin Almanya'ya karşı uyguladığı bir strateji var mı? Kesinlikle yok!.. Türkiye, faşist Almanya'nın emperyalist politikalarını etkisizleştirecek bir stratejiye maalesef sahip değil!.. Hiçbir konuda alınmış önlemi ya da misilleme politikası bulunmamakta!.. Almanya'nın, Yugoslavya'nın parçalanması aşamasında -Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlıklarını kazanmaları için- Dış İstihbarat Servisi BND'ye tahsis ettiği bütçe 12.000.000.000 (on iki milyar) DM. BND, bu bütçeyi kullanarak Yugoslavya'yı etnik çatışmaya sürükledi ve amacına ulaştı. Ya Türkiye için bugüne kadar harcanan milyarlarca mark?!. Üstelik ellerinde, Türk Toplumunun minimize halini oluşturan, adeta toplumsal laboratuar gibi çalıştıkları 2.5 milyon Türk var. Sorun, onların Türklükten ve Türkiye'den koparılması olsa, belki bu acizliği bir dereceye kadar hoş gören "nemelâzımcılar" çıkabilir. Ancak sorun, Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğinin, bağımsızlığının tehlikede olması!.. Türkiye'de yönetenler değişmediği sürece, bu kısır döngü bir kara yazgı biçimde tecelliye devam edecek. Tıpkı, tarafımdan yazılan ve geçen yıl yayınlanan "Türkiye'de Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu" başlıklı makalede yer alan aşağıdaki satırlara rağmen hiçbir şeyin değişmediği gibi:

"Türkiye dahilinde kontr-espiyonaj faaliyetlerini yürütmek MİT'nın asli görevidir. Askeri alanlarda da hiç şüphesiz TSK istihbarat kuruluşları faaliyet gösterme yetkisine sahiptir? Ya etki ajanları ya da nüfuz casusları için?!. Türkiye'de maalesef böyle bir misyonu olan resmi kurum yok!.. Olmadığı için de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kendini savunma mekanizması felç olmuş durumda!.. İşte, hedef ülkelerde etki ajanlarını en yoğun biçimde kullanan ve kendi ülkesinde ise hasım ülkelerin etki ajanlarına hayat hakkı tanımayan örnek: Almanya!..

Almanya'da kontr-espiyonaj, etki ajanlığı ve benzeri faaliyetlerle mücadeleyi üstlenen Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı BfV (Bundesamt für Verfassungsschutz)'ın yanı sıra, ulusal polis örgütü ve de dış istihbarat servisi BND (Bundesnachrichtendienst) arasında koordinasyonu sağlamakla yükümlü ve de geniş yetkiye sahip -Ernest Uhrlau'nun yönetiminde- ayrı bir birim daha bulunmaktadır. Almanya'daki Türklere yönelik olarak bu istihbarat servislerinin koordineli biçimde yürüttükleri faaliyet sonrasında, Türkiye'deki siyasal-dinsel ve de etnik bölünmüşlüğün küçük bir modeli oluşturulmuştur. Almanya'da faaliyet gösteren her türlü şeriatçı-mezhepçi, nizâm-ı âlem ülkücüsü, ikinci cumhuriyetçi, bölücü, Marksist terör örgütleri, yine Türk kimliğine, Türk Devleti'ne, Cumhuriyet'e, laik hukuk sistemine, kısaca Türkiye'ye karşıdırlar. Yalnız bir farkla, kuklalaştırılmış söz konusu örgütlerin tamamı, Alman istihbarat servislerince sımsıkı kontrol altında -Türkiye'ye karşı- sevk ve idare edilmektedirler. Alman istihbarat servislerinin kontr-espiyonaj ve etki ajanlığı faaliyetlerine karşı kendi ülkesindeki duyarlılığı, kabul edilebilir sınırlar dışında, adeta paranoya derecesindedir. Örneğin, kendi vatandaşlarının sorunları ile ilgilenmek gibi asli görevlerini yerine getiren diplomatlarımızdan yedisi, geçtiğimiz yılın başında, iki grup halinde (önce üç, sonra dört) olmak üzere- casusluk suçlamasıyla sınır dışı edilmek istenmiştir. Türkiye, bu iş için bizzat Ankara'ya gelen Almanya İstihbarat Servisleri Koordinatörü Ernest Uhrlau'nun baskılarına -koşullu da olsa- sonuçta boyun eğmiş; diplomatlarımız geri çekilmiştir. Resmi gerekçe her ne kadar, söz konusu diplomatlarımızın, 350 Türk vatandaşının ölümünden doğrudan sorumlu olan PKK'nın sözde komutanı Cemal kod adlı Murat Karayılan'ı izleyerek casusluk (!) faaliyetinde bulunmaları ise de, gerçek gerekçenin bir misillemeden ibaret olduğu yadsınamayacak ölçüde açıktır: Önceki MİT Müsteşarı döneminde, MİT'i kontrol altında tutma ve yönlendirme çabalarındaki başarıları bilinen BND, halihazırdaki MİT Müsteşarı döneminde -ki bu dönemde Almanya'nın desteğindeki PKK'nın üst düzey yöneticilerine yönelik iki başarılı sınır dışı operasyonu: "Yarasa Operasyonu" (Şemdin Sakık ve Arif Sakık), "Safari Operasyonu" (Abdullah Öcalan) gerçekleştirilmiştir- kendilerine yönelik tüm bilgi akışının kesilmesinden dolayı paniklerken, üstüne üstlük PKK'nın bir başka katili olan Cevat Soysal'ın 21 Temmuz 1999'da Moldova'da MİT görevlilerince derdest edilerek Türkiye'ye getirilmesi ile tüm dünya istihbarat servislerinin önünde resmen aşağılanmıştır. Zira, Soysal'ın yakalanmasının açıklaması, Almanya'nın Dışişleri Bakanı Joschka Fisher'in Türkiye ziyareti sırasında -özellikle- yapılmıştır. Ve Alman bakana, cani Soysal'ın üzerinden çıkan Mönchengladbach (Eyalet Ofisi-LfV) mahreçli 0790937 No.lu seyahat belgesi gösterilerek açıklama istenmiştir. Ve MİT Müsteşarı, bu gelişmelere tavır olarak Almanya'ya yapacağı planlı gezisini iptal etmiştir. İlk kez Türkiye'ye yönelik düşmanca faaliyetlerden dolayı hem de resmi bir belgenin hesabının sorulması ve de tavır konulması, işte söz konusu misillemenin kaynağını oluşturmuştur. Bu konularda Almanya'nın tek yanlı kural tanımazlığı, diplomatik nezaketsizliği, hatta saldırganlığı yeni bir olgu değildir, tıpkı son olmayacağı gibi. Hâlâ hatırlardadır, 1989'da Stuttgart Başkonsolosluğumuzda görev yapan iki, Berlin Konsolosluğumuzda görev yapan iki, Bonn'da, Nürnberg'de, Hamburg'da ve Köln'de görev yapan birer diplomatımız olmak üzere, toplan sekiz diplomatımızın "casus" suçlaması ile Türkiye'ye dönmeleri sağlanmıştı. Keza, 1994'de Bonn'daki Büyükelçiliğimizde iki, Berlin'de ise bir diplomatımız, yine "casusluk" suçlaması ile geri gönderilmişti.

Gelelim Türkiye'deki "Almanya"ya. Türkiye'nin Almanya'nın ulusal bütünlüğü aleyhine hiçbir amacı ya da girişimi yok. Almanların irredandist-şoven ırkçılığı ise, sadece insan hakları ve de işçilerimizin can güvenliği ile sınırlı olarak takip ediliyor, hepsi o kadar. Türkiye'nin 2.500.000 vatandaşının mevcudiyetine karşın, Almanya'da geçerli bir "etki ajanlığı" programı bile bulunmuyor. Her ne kadar tek yanlı çalışan Gümrük Birliği Anlaşması dolayısıyla aksi mümkün olmasa da, Alman şirketlerine yönelik ihale ya da ithal kısıtlaması söz konusu değil. Kısaca hiçbir olumsuz önyargımız olmadığı gibi, olumsuz yaptırım politikamız da yok. Türkiye'nin Almanya'daki vatandaşlarının ulusal kimliklerinin korunması, huzur ve can güvenliklerinin sağlanması yolunda izlemede bulunması sadece bir hak değil, uluslararası mevzuata göre de kabul edilmiş bir yükümlülük. Tıpkı, Almanya'nın Türkiye'de yaşayan 100.000 civarındaki etnik Alman vatandaşını izleme, koruma, hak ve hukukunu savunma yükümlülüğü gibi.

Türkiye Almanya'nın bu yükümlülüğüne saygı duyuyor. Almanya ise asla. Almanya, Rusya Federasyonu, ABD, Çin, İran gibi stratejik önemi olan ülkeler gibi Türkiye'de de görev yapan tüm diplomatlarını (Büyükelçi, Müsteşar, Başkonsolos ve tüm Konsoloslar, her derecedeki Sekreterler, Basın-Eğitim-Kültür Ataşeleri) BND kadrosundan atamaktadır. Askeri ataşelerinin bile ANBw (Amt für Fernmeldwesen Bundeswehr) mensubu olduğu tüm ilgililerce bilinmektedir. Örneğin, bu ülkenin Ankara Büyükelçiliği'ne geçtiğimiz yılın başında atanan Dr. Rudolf Schmidt'in ilk işi, KDP'nin İrtibat Bürosu'nda (sözde Kürdistan Büyükelçiliği) verilen izinsiz nevruz resepsiyonuna katılmak olmuştur. Arkasından, Alman Dışişleri Müsteşarının "artık Kürtler için federasyonun tartışmaya açılması" talebi gelmiştir. Büyükelçi, 27.6.2000'de, Diyarbakır'da 39.5 milyon DM'a mal olacak atıksu arıtma tesisinin temel atma törenine, "Kürdistan" mizanseni içinde katılarak şov yapmıştır. Bir başka deyişle, bölge halkına ülkesi adına doğrudan destek mesajı vermiştir. Akabinde, Alman Kalkınma Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Peter Trevner başkanlığındaki heyetin sözde yatırım amaçlı gezisi -hem de iki ay içinde iki kez- söz konusu olurken, bunu diğer Alman heyetleri izlemiştir. Nedense ziyaretler, Mondros Mütarekesi ile Sevr Antlaşması'nda yer alan "vilâyat-ı sitte"ye yapılmaktadır, yoksa ekonomik açıdan çok daha geri olan Kastamonu'ya, Bolu'ya, Yozgat'a değil. Türkiye'deki şeriatçı yapılanmalarla doğrudan ilişki içinde bulunan BND ajanları, bir başka koldan "misyonerlik" kisvesi altında da faaliyet sürdürmektedirler. Alman Sefaretinin diplomatik dokunulmazlığı ile gerçekten dokunulamayan BND misyonerleri, binlerce Türk vatandaşını İslâmiyet'ten koparmayı başarmışlardır. Örneğin, sözde depremin yaralarını sarma gibi son derecede insancıl amaçlarla izin alarak Adapazarı'na gelip de burada psikolojik sorunlarını devam eden depremzedelere din değiştirme telkinatı yapan BND bağlantılı üç örgüt: "Alman Protestan Kilisesi", "Federal Alman Kilisesi" ve "Türkiye-Alman Kiliseleri Birliği", yıkıcı faaliyetlerini el'an sürdürmektedirler. Türkiye, bugüne kadar hiçbir Alman diplomatını ve de görevlisini sınır dışı etme irade ve kararlılığını gösterememiştir. Bu, nasıl bir sorumsuzluk ve onursuzluktur?

Kaydedilen o ki, BND'nin kontrolünde Türkiye'de etki ajanı bulan-yetiştiren, sevk ve idare eden "Humboldt Vakfı", "Konrad Adenauer Vakfı", "Heinrich Böll Vakfı" gibi vakıfların yanı sıra, gazeteci, araştırmacı, arkeolog, sosyolog, işadamı, çevreci vb. kimliğinde -yüzlerce değil- binlerce BND ajanı Türkiye'de, Türkiye aleyhine faaliyet yürütmektedir. Ama Türkiye, misilleme politikası uygulamamaktadır; daha doğru deyişle, -karar mekanizmalarına yuvalanan Alman etki ajanlarının engellemesiyle- uygulayamamaktadır. Hatta o kadar ki, İçişleri Bakanlığı'nın 24.3.2000 tarihinde yürürlüğe koyduğu, Türkiye'ye girilmesine izin verilmeyecek 56 kişilik sakıncalılar listesinde, Yeni Zelanda'dan Romanya'ya kadar pek çok ülkeden isim bulunurken bir tek Alman'ın ismine rastlanılmamaktadır. Bunun adı, vatanseverlik ya da devlet adamlılığı değildir. Bağımsızlığın, bağımsız dış politikanın olmazsa olmaz türünden en önemli ilkesinin biri ulusal güç kaynaklarını harekete geçirmekse, en az onun kadar önemli olan bir diğeri misilleme yapmaktır. Hem ulusal güç kaynaklarını harekete geçiremeyeceksiniz ve hem de misilleme politikalarını üretip yürürlüğe koyamayacaksınız. Bunun adı, olsa olsa manda zihniyetli maşalıktır, etki ajanlığıdır ya da gafilliktir" 6.

Dipnotlar:

1. Geniş bilgi için bkz. Attilâ İlhan, "Manzara-i Umumiye", Cumhuriyet, 12.7.2000. Ayrıca, kamuoyuna mal olan çeşitli istihbarat raporlarında da bu konuda ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Bu arada, din derslerinin Milli Görüşçülere verilmesine ilişkin yargı kararından sonra, Alman Protestan Kilisesi Konseyi Başkanı Manfred Kock, 27 Şubat 2000 tarihli basın açıklamasıyla "İslâm dininden ayrı bir cemaat olan Alevilerin, Alman okullarında kendi dinlerini öğrenme ve öğretme hakkı"nın verilmesini istemiştir. Tabii, iki şartın yerine getirilmesi kaydıyla: "Türkiye'ye mesafeli olmak; dersin Almanca verilmesini kabul etmek". Dikkat çeken bir başka önemli konu, Türkiye'deki misyonerlerin faaliyetlerine, şeriatçı çevrelerin kesinlikle hiçbir biçimde tepki göstermemesidir. Mürtedlerin sayısının yüz binlerle ifade edilmesine karşın, başta Fethullahçılar olmak üzere Nakşibendiler, Süleymancılar ve diğer tarikat-cemaat ve radikal gruplar, "dinler arası hoşgörü, diyalog ve uzlaşma" söylemleri çerçevesinde tepki vermeyerek, hangi dış odaklara tabi olduklarının işaretini vermektedirler. Misyonerlerin Türkiye'deki faaliyetlerini ortaya koyan mükemmel bir çalışma için bkz. Ergün Poyraz, Dünden Bugüne Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin Analizi: MİSYONERLER ARASINDA ALTI AY". (Ankara: Turna Yay. 2001), 382. s.

2. Merkezi Beyrut'ta bulunan Orient Enstitüsü'nün İstanbul Şubesi, Susam Sok. No. 16-18, Cihangir adresinde faaliyet göstermektedir. Tel: (212) 292.60.67, (212) 252.19.83, Faks: (212) 249.63.59, e-posta: oli@sim.net.tr ve internet adresi: http://www.sim.net.tr~oli olup, Şube Müdürü ise deneyimli bir istihbaratçı olduğu ifade edilen Dr. Günter Seufert'tir. Enstitü'nün asli görevlerinden biri de, ilerki yıllarda Türkiye'de diplomat, gazeteci, arkeolog ya da vakıf temsilcisi olarak görev yapacak genç istihbaratçıları "araştırma görevlisi" kimliği altında yetiştirmektir. Yakında Türkiye'deki görev süresi bitecek olan Dr. Seufert'in yerine, asistanı Christopher Kubaseck'in getirileceği öne sürülmektedir. Enstitü'nün, BND'nin örtülü fonlarının yanı sıra, AB fonlarından da karşılanan projelerle hedef kişilere "para dağıttığı" bilinmektedir. Örneğin, "MHP ve Ülkü Ocakları" konulu araştırmasından dolayı CNN muhabiri Kemal Can'a, "Futbol ve Milliyetçilik" konulu araştırmasından dolayı Birikim dergisi yazarı Tanıl Bora'ya, "Merkez Sağ" konulu araştırmasından dolayı Tansu Çiller'in eski danışmanı Şükran Karaca'ya, "Deprem Sonrasında Devlet ve Siviller, Sarsıntı" konulu araştırmasından dolayı Ümit Kıvanç'a ödeme yapıldı.... Etyen Mahçupyan, "ödeme yapılmasının bir mahzuru olduğunu sanmıyorum. Her yer bilgi aldığı zaman bir şey ödeyecek yani. Bedava kimse bir şey yapmayacak muhakkak ki". Ödemeler hakkında bilgi için bkz. "Avrupa'dan Para Alan Gazeteciler", Aydınlık, 13.2.2000. Enstitü'nün İstanbul Şubesi, ortak amaçlar doğrultusunda AB organları ve özellikle de Dr. Paul Dumont'un yönetimindeki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ile yoğun bir ilişki sürdürmektedir. Ersen Bayhan, Enstitü'nün İstanbul Şubesini şu cümlelerle değerlendirmektedir: "Alman Devleti: Türkiye'de ırk merkezli etnik çatışmalar yaşandığını ispatlasın diye, İstanbul Susam Sokak'ta (No: 16-18 D. 8) 'bilimsel bir araştırma kurumu'na milyonlarca mark akıtıyor. İstanbul Susam Sokak'ta meskûn Alman Doğu Enstitüsü'nün 1998 projesi olan 'Milliyetçilikle Avrupa Entegrasyonunun Gerilim Alanında Türkiye' projesi, kimi altışar aylık, kimi birer yıllık en az on beş 'araştırma' yapılmasını ve şu konuların araştırılmasını öngörüyor: a) Sünnî örgütlerin resmi ideolojiye bakışları, b) Türk kökenli Alevilerin T.C.'nin ulus anlayışına karşı tavırları, c) Kürt kökenli Alevilerin resmi ideolojiye bakışları, d) Gelir durumu yüksek Kürtlerin devletin Kürtlerin geleneksel yerleşim bölgelerinde takip ettiği Kürt düşmanı uygulamalara karşı tavırları, e) Sendikalar ve meslek grupları gibi fonksiyonel örgütlenmelerde, etnik ayrım sürecinin yoğunluğu, f)Sosyal Demokrat kesimde birbiriyle çatışan zıt etnik mensubiyetler, g) Resmi ideolojiyi reddeden Alevi/Sünni, Türk/Kürt gruplarında alternatif ulus tasarımları, h) TC'nin resmi ideolojisi ve geleneksel ulus tasarımı gibi tartışmaları teşvik yolları. Örneğin Avrupa'dan bilim adamları davet edilebilir ya da yerli aydınlar Avrupa'ya seminerlere çağrılabilir... vs.". İşte bölücülüğün resmi belgesi ve de kaynağı!.. Onbinlerce şehidimizin ve yüzmilyarlarca dolar terör kaybının, yaşadığımız ve yaşayacağımız tüm olumsuzlukların baş sorumlusu olan Almanya'nın sözde akademik faaliyet gösteren kuruluşu!..

3. Merkezi Hamburg'da bulunan Orient Enstitüsü, BND'nin "think tank" işlevi gören bir yan kuruluşu ve doğrudan "Alman Denizaşırı Enstitüsü"ne bağlıdır, tıpkı Asya Araştırmalar Enstitüsü gibi. Görevi, kendi alanında Alman Devleti'nin politikalar oluşturmasına yardımcı olmak; raporlar hazırlamak, brifing hizmeti sunmaktır. Başkanı Udo Steinbach, ağırlıklı olarak Türkiye'deki etnik ve dinsel bölünme sorunlarıyla uğraşırken, laboratuar olarak da Almanya'daki Türk Toplumunu kullanmaktadır: DİTİB'in etkisizleştirilmesi; Kaplancılar dahil en marjinal İslâmi cemaatlerin bile teşvik ile güçlendirilmesi ancak birbirlerine düşürülmesi; mezhep-tarikat-cemaat farklılıklarının belirginleştirilmesi; din derslerinin Türkiye'nin kontrolünden çıkarılarak en büyük İslâmi örgüt olan "İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilâtı"na (IMGT) verilmesi ve son aşamada bu derslerin Almanca verilmesinin sağlanması; aynı şekilde Aleviliğin ayrı din dersi olarak okul programlarında yer alması; Türk Müslümanlığı kavramından Alman Müslümanlığı kavramına geçilmesi ve bunun için de Almanya'daki Türk Toplumunun, Türkiye'den, siyasal-dinsel ve etnik gerekçelerle kesin biçimde koparılması; bu amaca uygun olarak minare inşaatlarına ve ezan okunmasına izin verilmesi ve de tesettürün teşvik edilmesi vs. vs... Sünnî ve Şafiî kökenli vatandaşlarımız üzerinde oynanan ve önemli ölçüde sonuç alınan bu oyunlara siyasetçilerimizin -şeriatçılar, Türk İslam sentezcileri, merkez sağ dahil- hiçbirinden tepki gelmemiş; Türk Devleti de karşı strateji geliştirememiştir. Hamburg'daki Orient Enstitüsü ile İstanbul'daki Beyrut merkezli Şube'nin eşzamanlı ve eşgüdümlü çalıştığı ortadadır. Şimdilerde aynı oyun, Alevi kökenli vatandaşlarımız üzerinde oynanmaktadır. Önce Aleviler Türk kimliğinden koparılıp PKK benzeri bölücü yapılanmalarla özdeşleştirilecek; sonra da -halk deyimi ile 72 parçaya- bölünecek: Ege Alevileri-Doğu Alevileri, Kürt Alevileri-Türk Alevileri, Tahtacılar-Kızılbaşlar, Zaza Alevileri-Arap Aleviler, Alili Aleviler-Alisiz Aleviler vs. vs... Bu sonu olmayan bölücülüğün yorumunu, bir Cumhuriyet aydını olan Ayşe Demir şöyle yapmaktadır: "Etnik parsellemede dünya şampiyonluğuna oynayan Alman derin devleti, insanımızı 'farklı dinsel kimlikli öbekler'e ayırmakla neyi amaçlıyor? Oyunun bir yüzü Alman iç politikasına yönelik, diğer yüzü Türkiye'ye. 'Türkiye Kürtlerinin etnik uyanışında Almanya üs görevi görmüştür' diyen Udo Steinbach, benzer teşhisi Türkiye Aleviliği için de yapıyor: 'Türkiye'de 90'lı yıllarda yükselişe geçen Alevi rönesansının merkezi Almanya olmuştur'. Hedef sadece Almanya Türk toplumunu yamalı bohçaya döndürmek değil. Türkiye'deki ulusal devlet için de aynı senaryo öngörülmüş. 'Merkezi devleti kaldırıp farklı kültürlere otonomi vermediği taktirde, Türkiye ikinci bir Yugoslavya olacaktır' tehdidini savuran Dietrich Jung'a göre, 'Türkiye'nin birliği şu an için, şiddetle ayakta tutulan ulus üstü bir kimlikle korunabiliyor. Şiddet faktörü ortadan kalkar kalkmaz, Türkiye değişik uluslara bölünecektir'. 'Alevilik dersi, Alman İslamı' bahane. Adı ister Milli Görüş olsun, ister AABF, ister İslam Konseyi... Bu örgütler birer taşerondan ibaret. Almanya'nın derdi, Türk ulus-devletiyle. Almanya Türk toplumu ise, -Almanya'da kalmaya devam ettiği sürece- Türkiye'de oynanması öngörülen oyunlar için bir laboratuar işlevi görecektir". Almanya'nın Alevilere yönelik din dersi ve benzeri bölücü kışkırtmalarına tepki veren tek siyasetçi, Doğu Perinçek olmuştur, hem de tutarlı bir değerlendirmeyle: "... Laiklik, ulus devlet programının bir parçasıydı. Ulusal piyasanın ideolojisi, ancak laiklik olabilirdi. Demokratik devrimler çağında, Sünnilik, Alevilik vb. değil, ulus vardı ve özgür yurttaş vardı. Artık emperyalist hakimiyet sisteminde, laiklik değil, 72 cemaate 72 çeşit, ama hepsi de Almanca cemaat ideolojisi vardır. Artık tarihsel olgular arasındaki iç bağlantıları araştıran toplumbilimi değil, dinsel menkıbeler ve hurafeler vardır. Kerbelâ'nın 72 çeşit bilimdışı yorumunu yapabilirsiniz, ancak Kerbelâ'nın ne olduğunu öğrenmeniz önlenmektedir. Küreselleşme sürecinde, Alman Devleti Muaviyeleşir ve Yezidleşirken; Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyinler de Almanlaştırılıyor. 'Varsın Almanlaşsın, doğal özümlemenin ne zararı var' diyenler oluyor. Güzel ama bugün Amerikanlaşmak ve Almanlaşmak, emperyalist sistemin itaatli kullarına dönüştürülmek anlamına geliyor. Avrupa devletlerinin bu süreci adım adım yürüttüklerini günlük temaslarda bile görmek mümkündür. Bir gün Almanya'nın Offenburg şehrinde bir Alevi genci, bana 'Cumhuriyet Devrimi bana ne verdi ki?' diye öfkeyle sormuştu. Dede soyundanmış. Kendisine 'Cumhuriyet, seni dede olmaktan kurtardı, daha ne istiyorsun' diye cevap vermiştim. Cumhuriyet'i, emperyalizmle savaşarak kurmuştuk. Ve emperyalizm, Cumhuriyet'le savaşarak bizi kullaştırmak istiyor. Emevi sultanlarının Kerbelâ'sı tarihe karışırken, başımıza Alman Reich'ının Kerbelâ'sı geldi"...

4. Alman Kültür Merkezi, Yeni Çarşı Cad. No.52 Beyoğlu-İstanbul adresinde faaliyet sürdürmektedir. Binanın ilk üç katı Goethe Enstitüsü'ne (Temsilci Kurt Scharf) tahsis edilmiştir. Ayrıca, Enstitü'ye ait Kütüphane, Avusturya Bölge Merkezi, Avusturya Liseliler Vakfı, İstanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı, İstanbul Batı Üniversitesi İrtibat Bürosu, Konrad Adenauer Vakfı Bürosu da aynı binada bulunmaktadır. Tel: 0212.249.54.63 (santral). Ankara'daki Alman Kültür Merkezi ve Goethe Enstitüsü (Temsilci Dr. Kristin Völker) de, Atatürk Bulvarı No: 131 Kızılay adresindeki müstakil binada faaliyet sürdürmektedir. İzmir'deki Goethe Enstitüsü'nün adresi ise Gaziosman Paşa Bulvarı No.13 olarak gösterilmektedir. Tel: (232) 484.16.36.

5.Alman Kalkınma İşbirliği Kurumu (GTZ), Filistin Sok. 21/2 Gaziosmanpaşa-Ankara adresinde faaliyet göstermektedir. Tel: (312) 447.46.64, Faks: (312) 447.46.63.
 
.
CHP zamaninda sosyalist enternasyonal orgutlerden para ve fikir yardimini ekleyebilirsin:-), yaziyi bastan sonuna kadar okumadim. Sadece kurduklari vakif degil Turkiye'de yetistirilen ve gonderilen bilim adamlari. Alman ve amerikan isini gucunu birakip bilmem koyunde studyo yada bakkal islemesi gibi. Turkiye yi cok seviyormus, ne sevgisi bu anlamadim.

Bu tur failiyetler Osmanli zamaninda fark edilmis, ama birseyler yapildi mi simdik orasini bilmiyorum. Kesfe cikan oryantalistlerin insanlarin yiyecek, icecek, kulturunu ve topraklarin topografisini cikmasindan tut. Devlet Aliye icin bile calisanlar olmasi ilginc olani:-).

Adamlar bizim hakkimizda xxxx cilt kitap yazmislar biz onlarin hakkinda ne yazdik?

Memalik-i Osmaniyye'yi Keşfe Çıkan Oryantalistler

Memalik-i Osmaniyye'yi Keşfe Çıkan Oryantalistler
 
.
yaziyi bastan sonuna kadar okumadim.
You've been reading a book called ''Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası'' written by Necip Hablemitoğlu. (s.15'ten 56'ya kadar kısaltılarak yapılmış alıntı) I suggest you to read it.
Necip Hablemitoğlu was assassinated for sure but I am not sure of (MIT, Chief etc.) 'claims'.
 
Last edited:
.
@GIANTsasquatch Bro.1871 Germany was united.
In Vienna (Austria) Merzifonlu Kara Mustafa Pasa was executed cause he was so sure to win, that he drew back his front Scout troops and Polish commander Sobietzcy killed the whole Ottoman Army asleep, most died in Dunav fleeing in Panic.
Up to now Austrians don't Claim to be German.
Germans are a multiethnic state , less German but many Polish (PRUSYA), Slav, Dutch, Dansk, French and others ...!


Nope,they weren't asleep,they were even aligned for battle.It's just that they were cut down by the Polish cavalry and German regiments.
 
.
Back
Top Bottom